Gökhan Özcan: İçimizi tutan ürperti

Gökhan Özcan: İçimizi tutan ürperti

Sanki boş bir çuval gibi zaman; içini hayatla, yaşamakla doldurmaya çalıştığım. Nefes alı

Karadeniz demiryolu istiyor
PKK'lı teröristler, orman işçilerine saldırdı: 6 yaralı
Liverpool Tottenham Maç Özeti İzle

Sanki boş bir çuval gibi zaman; içini hayatla, yaşamakla doldurmaya çalıştığım. Nefes alıyorum ve nefes veriyorum, hepsi bundan ibaret. Ya da aldığım nefesle verdiğim nefes arasına sıkıştırabildiğim her şeyden… Verdiğim nefes, aldığım nefesin hakkını veriyor mu? Hayat kısa diyorlar ama yol uzun… Ben hayatın bütün mola yerlerinde hep bunu düşünüyorum. Ben her tökezlediğimde insanlığın farkında olmadan ya da olarak yere düşürdüğü soruları biriktiren bu küçük çukurlara düşüyorum. Bir karışlık bir çukur, nasıl oluyor da aşıyor boyumu. Yeryüzü görünmez oluyor, geriye gökyüzü kalıyor. Çaresizliğin güvenli bir tarafı var, malum… Ne zaman çaresiz kalsam, elimde değil, hep uzaklara bakıyorum. Uzun bir yolda kısa adımlarla yürüyorum ya da kısa bir yolda uzun adımlarla… Meraklarımdan gövdeme çentikler atıyorum. Şu koskoca alemin içinde tek başına bir insan mıyım? Yoksa o koskoca alem mi nefes alıp veren içimde? Kalabalıklar içinde bir ıssız ada sanki kalbim. Ve yine kalbim, sesini bana duyurmak için çırpınıyor mütemadiyen o uğuldayan kalabalıkların içinde. Yazıyorum ve farkındayım, mürekkeptir anlamı bağışlayan şey kalemime. Şüphe yok, bir satırın başı, sonudur bir başka satırın. Ve aslında her cümlenin başı, sonudur aynı zamanda. Her sabah pencereyi açtığımda dünya içeri giriveriyor sanki. Peki aynı heyecanla dışarıya çıkıveren ne? Gecenin sonunda gözlerimi açınca, gerçeğe mi uyanıyor bakışlarım, yoksa kendini çok iyi gizleyen bir yalana mı? Altını çizdiğim şu içli kelimeler, vademi doldurup bu dünyadan giderken elimi tutup gelecek mi benimle? Farkında mısınız, yıldızlar her gece gökyüzünden uzun uzun yalnızlığımıza bakıyor. Anlamıyorum, gökyüzünde yıldızı olan, yeryüzünde nasıl yalnız olur? Galiba hep kendimize büyük gelen hayaller kuruyoruz. Söyleyin o halde, insan neye sımsıkı sarılırsa, kalbinin karnı doyar? Bilen varsa fısıldasın kulağımıza; bizim şu hudut tanımaz açlığımızı doyuracak sofra nereye kuruluyor? Bizim çöllerimizi yeşertecek ırmak, nereden nereye akıyor? Sanki esip geçen sabırsız bir rüzgar gibi hayat, kalbim bir kenarda sırasını bekliyor.

“Zaman, insana verilmiş hem tatlı hem de acı bir armağandır. Hayat, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir ve insan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadır” diyor ‘Mühürlenmiş Zaman’da sinemanın şiirini yazan Andrey Tarkovski.

Yüzme bilmediği halde kol ve bacaklarından tutulup denize atılıvermiş gibi bu zamanda insan. Debelenip yüzmeyi başarabilirse ne âlâ! Başaramazsa, hayat onun için bir ömür sürecek bir boğulma haline dönüşebiliyor.

Bir de şunu düşünün; açmayı beceremeyeceği korkusuyla hem baharı hem yazı kaçıran bir tomurcuk ne hisseder?

“Şimdiye dek düşünmediyseniz/ Bakmayın içinde ne var,/ Küçük bir kitaptır yaşamak/ Elinde tutmaya yarar” diyor ‘Lavanta’ başlıklı şiirinde Cemal Süreya.

Kitap bazen içeriye girebileceğiniz bir kapıdır, bazen dışarıya bakabileceğiniz bir pencere… Bazen çiçeğinize konan bir kelebektir, bazen ürkütüp kaçırdığınız bir kuş… Bazen el salladığınız bir gemi, bazen fırtınada sığınacağınız bir liman… Bazen bir bardak çay, bazen çaydan tüten efkâr… Bazen bir tek insan, bazen bütün bir insanlık… Bazen sabahı üşüten çiğ, bazen geceyi ısıtan dem…

“İçim ürpermese” dedi beyaz saçlı adam, “her şeyin sıcaklığını hızla kaybetmekte olduğunu belki de fark etmeyeceğim!”