Ayşe Böhürler: Büyükannem, annem ve ben…

Ayşe Böhürler: Büyükannem, annem ve ben…

Uzun süredir Arap dünyasındaki kadınlar üzerine yazmak istiyordum. Nereden başlasam diye düşünürken

World Humanitarian Action Forum kicks off in Istanbul
Barış Pınarları ordusu ve yeni fikirlerin inşası
تشاوش أوغلو للسعودية والإمارات: تجب محاسبتكم على ما فعلتم في اليمن

Uzun süredir Arap dünyasındaki kadınlar üzerine yazmak istiyordum. Nereden başlasam diye düşünürken arşivimde yer alan, Edward Said’in kız kardeşi olan Jean Said Makdisi ile iki gazeteci arkadaşım ile birlikte yaptığımız röportaj aklıma geldi. Lübnan’da Edward Said’in yaşadığı evde yaptığımız bu söyleşide Jean Said’in söyledikleri kadar bölge de ilgimizi çekmişti. Lübnan’da Matn bölgesinde, Beyrut – Şam otoyolunun üzerinde yer alan bu dağ kasabası olan Dhour el Choueir 16. Yüzyıldan kalma Hristiyanlık tarihini yansıtan eserlerle doluydu.

Jean Said Beyrut iç savaşını yazdığı “Beirut Fragments’’ adlı eserin ardından “Teta, Mother and Me / Üç Kuşak Arap Kadını” ismiyle yazdığı kitapta Osmanlı dönemindeki gündelik hayata ilişkin çarpıcı bilgiler karşılaştırmalar vardı. Said büyükannesi ve annesini anlatırken gündelik hayattan örneklerle bölgeyi, yaşam biçimini ve bölge siyasetindeki değişmeleri üç kadının hayatının ekseninden ortaya koyuyordu. Aynı zamanda Jean Said’in üç oğlundan biri olan Ussama Makdisi Osmanlı tarihi özellikle de arşivler üzerine de çalışmış bir tarihçiydi.

BÜYÜKANNEM MİSYONER BİR PAPAZIN KIZIYDI…

“1973 yılında ölen büyükannemi seviyor ama anlayamıyordum. O’nun hayatı üzerine çalışmaya karar verdiğimde hiç tanımadığımı fark ettim. Lübnan iç savaşı esnasında annem ölmüştü. O’nun sağlığında büyükannem hakkında aldığı notlar bana çok yol gösterdi.

Büyükannem Osmanlı İmparatorluğu’nda doğmuştu. On dokuzuncu yüzyıl başlarında Beyrut’a gelen bir papazın kızıydı. Herkes onların büyük modernleştiriciler ya da emperyalistler olduğunu iddia ediyordu. Ama o dönemlerde Müslüman kadınlar Hristiyan kadınlara kıyasla çok daha avantajlıydı. Kendi mallarına sahip olabiliyordu. Hristiyanlarda ise evli kadınların malları evlendiği anda kocasına geçerdi. 1860’da evli kadınlar için mülkiyet hakkı yasası çıkana kadar mal sahibi olamadılar. Müslüman kadınlar buna hiç maruz kalmadı, bu anlamda çok daha öndeydiler.

Büyükannem öğretmenlik yapmak üzere yetiştirilmek üzere İngiliz Misyoner Okulu’na gidiyordu. Büyükannemin annesine ait bir fotoğraf var bende, mendil örtünüyor. O dönemde Hristiyanlar, Müslümanlar, Yahudi kadınlarının tümü örtünüyor, tümü aynı giysileri giyiyor. Hatta yurtdışından gelen misyoner kadınlar bile yüzlerini kapatıyormuş. Fransız bir rahibenin yazdıklarını okudum; bu giyinişin çok rahat olduğunu söylüyordu…”

Jean Makdisi’nin Osmanlı ve Türkler hakkındaki düşüncesi büyükannesini tanımaya çalışırken değişiyor. 1990’da İstanbul’a geliyor ve şehirden çok etkileniyor. Öyle ki torunun ismini Sinan koyuyor.

OSMANLI’YI NASIL KEŞFETTİM

“Osmanlı İmparatorluğu hakkında batılı tarih kitaplarında ve Arap ülkelerinde çok olumsuz bir yargı vardı. Kahire’de Osmanlı’yı ‘Avrupa’nın hasta adamı’ diye adlandırdıkları bir İngiliz okuluna gitmiştim. Oradan zihnimde kalan bilgilerle Osmanlıların kötü olduğu fikrine sahiptim. Benden önceki neslin hatıralarında açlık ve kıtlık yaşandığı dönem vardı. Onlara göre buna Osmanlı sebep olmuştu. Ancak okuduğumda gördüm ki; bu İngilizlerin ablukasının sonucuydu. Osmanlı hakkındaki düşüncemi tamamen değiştiren Albert Hourani’nin “Arapların Tarihi’’ isimli kitabı oldu. Hourani Osmanlı’yı büyük bir medeniyet olarak anlatıyordu. Osmanlı döneminde tüm Arap coğrafyası açık bir alandı, sınırlar yoktu. O dönemi yaşayan ailelerle pek çok görüşme yaptım. Görüştüğüm her ailenin diğer ülkelerde akrabaları vardı. Lübnanlıların Filistin’de, Suriye’de ya da tam tersi. Herkes birbiriyle bağlantılıydı…İnsanlar bir ülkeden diğerine seyahat ediyorlardı. Ama şimdi bir sürü sıkı korunan sınırlarımız var. Süregelen savaşlar var. Osmanlı dönemindeki açıklıktan bu yüzyılda geldiğimiz nokta bu…’’

İNSANIN KENDİSYLE ÇATIŞMASI

Jean Said Makdisi kitabının ilk bölümüne “Contradictions of Self Portrait” ismini vermiş. Arap dünyasında olan biten her şeyin bu çatışmayı yansıttığına inanıyor. Kimlikler arasında tercih yapılamayacağını; siyasi tarafların bunu zorlamasının sonuçlarını üç kuşak kadının hayatı üzerinden anlatıyor.

“Benim evde oturan, üniversitede ders veren ve siyasi bir tarafı olmayan bir kadın olarak bu süregiden siyasi olaylarla ilişkim ne? Ben bir Hristiyan’ım ama Müslüman medeniyetinin de bir parçasıyım, Hristiyanlığımdan gurur duyuyorum. Aynı zamanda İslam’dan da uzak değilim. Müslümanlarla kültür tarihimiz ortak! Biz hepimiz Arap dünyasının bir parçasıyız…1967’de Amerika’daydım medyanın burada olan bitene yaklaşımını anlamıyordum. Onlara göre Arap ve Müslüman olan her şey kötüydü….

GELENEKSELLİK NEDEN KÖTÜ OLSUN!

“Modern” kadından bahsederken de “geleneksel” derken de ne kastettiğimize bakmak gerekir. Evet başörtüsü geleneksel… Ama örtünen bir kadın, bir savaşçı olabilir, devrimci olabilir ya da öğretmen olabilir. Diğer taraftan batılı giysiler giyen bir kadın modern midir?

Belki kocasına bağımlı bir kadındır. Bu bölge hakkında yazanlar sadece Müslüman kadınlar için değil Arap kadınlar için de geleneksel kelimesini kullanıyorlar. Onlar için ‘geleneksel’ olan her zaman olumsuz bir anlama sahip. Evet ama iyi geleneklerimiz de var. Misafiperverlik de bizim geleneğimiz. Bu bölgeyi konuşurken tüm bu kelimeleri bir kenara bırakmalıyız…’’

Not: Jean Said Makdisi’nin diğer oğlu Saree Makdisi de Ucla’da karşılaştırmalı edebiyat profesörü olarak Amerikan Arap edebiyatı üzerine çalışıyor.