Gerek “A’mak-ı Hayal” isimli tasavvufi romanıyla, gerekse orijinal bir üslupla kaleme aldığı İsl&
Gerek “A’mak-ı Hayal” isimli tasavvufi romanıyla, gerekse orijinal bir üslupla kaleme aldığı İslâm Tarihiyle büyük bir şöhret kazanan Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi Bey, 1865’te bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe’de dünyaya geldi. Babası Hazar kıyısında bulunan Akşit Türkmenlerinden olduğu rivayet edilen Şehbender Süleyman Bey’dir. Annesi Şevkiye Hanım ise, Kafkasyalı bir aileye mensuptur.
Ahmed Hilmi Bey, ilk bilgilerini Filibe müftüsünden elde etti. Daha sonra İstanbul’a gelerek eski adı Mekteb-i Sultani olan Galatasaray Lisesine girdi. Buradan mezun olduktan sonra ailesiyle birlikte İzmir’e gitti ve bir süre adı geçen şehirde ikamet etti. Düyun-u Umumiye idaresinde göreve başladı ve memuriyetle Beyrut’a gönderildi. Devrinin modası onu da etkiledi ve Jön Türk neşriyatının etkisinde kalarak Mısır’a gitti. Çaylak adında bir gazete çıkardı. 1901 yılında İstanbul’a geldi ve bir süre sonra Fizan’a sürüldü. İkinci Meşrutiyetin ilanına kadar Trablusgarp’ta kaldı. Bu sürgün hayatı onun hakkında hayırlara vesile oldu. Kadiri tarikatının kollarından biri olan ve Abdullah Selam Esmer el- Arusi Hazretlerine isnat edilen Arusiye tarikatına girdi. Mihrüddin Arusi takma adıyla yazdığı “İki Gavs-ı Enam” ile “Abdülhamid ve Senusiler” adındaki eseri büyük ilgi gördü.
Adları geçen eserlerinde bu tarikatın Afrika’da büyük bir ilgi gördüğünü ve Türkleri sevmeyi adeta tarikatın vazgeçilmez şartlarından biri haline getirdiklerini belirtti.
1 Aralık 1908’de İttihad-ı İslâm adında haftalık bir gazete çıkardı. Okuyucular tarafından ilgiyle karşılanan bu gazetenin birçok yazılarını bizzat kendisi yazdı. Yazıların tasavvufla ilgili olanlarında ‘Mihrüddini Arusi’, mizahla ilgili olanlarında ‘Coşkun Kalender’, hamasilerinde ise, ‘Özdemir’ mahlaslarını kullandı. Daha sonra çıkardığı ‘Hikmet’ isimli gazetesiyle İttihatçılara şiddetli muhalefette bulundu. Arapçayı, Farsçayı ve Fransızcayı mükemmel bilen ve tam bir münevver kimliği taşıyan Ahmed Hilmi Bey akıcı bir üslup sahibiydi.
Bu üslubuyla, orijinal eserleriyle hem İslâm âleminin dikkatini çekti hem de Türk dünyasında büyük yankı uyandırdı. Devrin kalem erbabından Fahri Celâl, bu zat hakkında yazdığı bir makalede şunları söylüyor:
“Gazete idaresinin her tarafı İslâm dünyasından gelen hatıralarla doludur. Çin, İran ve Afganistan’dan gelen halılar, Türkistan’dan ve Kırım’dan gelen kamalar ve diğer hediyeler duvarları süslemektedir.”
Ahmed Hilmi Bey, orta boylu, dolgun vücutlu, pos bıyıklı, dinç bir zattı. Hiç evlenmedi. Kendini tamamen ilme ve irfana verdi. Devrin en velûd, yani çok yazan gazetecilerinden biri oldu. Vaktinin büyük bir bölümünü okuyarak ve yazarak geçirmeyi âdet haline getirdi. Kalaysız bir tencerede kalan pilavdan biraz fazla miktarda yedi ve zehirlenerek 17 Ekim 1914’de elli yaşında Rahmet-i Rahmana kavuştu.
Başta da belirttiğimiz gibi bu zatın kaleme aldığı eserlerin en önemlilerinden biri de “İslâm Tarihi”dir. Bu eser iki cilttir. Ebüzziya Matbaasında basılan eser sekiz bahse ayrılan uzun bir methal, yani giriş ile başlıyor. Ahmet Hilmi Bey, kitabını İslâm düşmanlarının eserlerini Türkçeye çeviren Abdullah Cevdet’e cevap vermek maksadıyla kaleme aldı. Böylece benzeri olan reddiyelerin en ağır başlılarından, en mükemmellerinden birini ortaya koymuş oldu. Biri 1974’de, diğer ise 1982’de olmak üzere iki kere basılan bu İslâm Tarihini, merhum tarihçimiz Ziya Nur Aksun yaptığı ilavelerle daha kapsamlı ve daha mükemmel bir hale getirdi. Ezcümle Selçuklular Tarihi, Osmanlı Padişahları, Tarikatler ve Vehhabiler gibi son derece önemli bahisleri ekleyerek eseri hayli zenginleştirdi. Böylece eser dört başı mamur bir hale geldi.
Bu vesileyle bir kere daha belirteyim ki eserin asıl konusunu İslâm düşmanlarına verilen cevaplar teşkil ediyor. Ayrıca Türklerin İslâm tarihinde oynadıkları müspet rol ve işgal ettikleri önemli mevki olanca ayrıntılarıyla ve çarpıcı örnekleriyle dile getiriliyor. Yazarımız, Türk milletinin İslâm’la şereflendikten sonra elde ettiği üstün meziyetleri canlı tablolar halinde gözler önüne seriyor ve İslâm tarihine yepyeni bir bakış açısı getiriyor. Ezcümle şöyle diyor:
Avrupa’nın Doğuyu işgaline Türkler engel oldular. Türk, Hıristiyan Avrupa’ya karşı Müslüman Asya’nın savunucusu oldu. Türkler maddi manevi bütün kuvvetlerini İslâm’ın müdafaasına adadılar.
Türkler, Cezayir’i, Fas’ı, Trablus’u, Mısır’ı aldılar. Lakin tarihi gerçeklerdendir ki, bu memleketleri Türkler almamış olsaydılar, İspanyolların başkanlık ettiği Avrupalılar alacaktı. Acaba Avrupa’nın yarısına sahip olan İspanya hükümetine, Andrea Dorialara, o dehşetli donanmalara, Kuzey Afrika’daki küçük Arap devletleri karşı koyabilecekler miydi?
İslâm medeniyetini mahvetmek için, seller gibi Doğuya akıp gelen vahşi Haçlı sürülerine karşı duran kimdi? Bir Kılıç Aslan, bir Nureddin Zengi, bir Selahaddin Eyyubi değil miydi? O sırada İslâm âlemi yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya gelmişken Abbasi halifesi sarayında vaktini eğlenceyle geçiriyordu. Hâlbuki İslâm sancağı Yavuzların, Kanunilerin elinde şerefle, şanla dalgalandı.
İşte Şehbenderzade, İslâm tarihine bu açıdan bakıyor ve okuyucusuna yeni bir ufuk açıyor.