(Bu yazıyı ne zaman yazdım hatırlamıyorum. Yazıya tarih koymama alışkanlığı çok köt
(Bu yazıyı ne zaman yazdım hatırlamıyorum. Yazıya tarih koymama alışkanlığı çok kötü)
Şair-senaryo yazarı Süleyman Çobanoğlu ile ne zaman tanıştık? Anlatayım.
Dergâh dergisinin çıkış heyecanını yaşıyoruz. Henüz böyle gelişmiş bilgisayarlar yok, bizde hiç yok. Ben Hareket mecmuasındaki alışkanlığım ile yazı sütunlarını kesip yapıştırdığım bir maket hazırlıyorum. (Bilgisayar kullanmayı sevmediğim-öğrenmediğim için Dergâh yönetimini bıraktığım güne kadar hep böyle maketler hazırladım).
Sonra bunları sanıyorum Üretmen Han’da makinası olan bir arkadaşa çektirip, öyle montaj yapıyorduk.
İzmir’den bir mektup geldi. Pelür kâğıtlara daktilo ile yazılmış şiirler çıktı. Gönderen kişiyi tanımıyordum ama şiirler bence (Çağla değil) olgunlaşmış idi.
İçlerinden “Lamba” başlığını taşıyan metni dergiye koydum. (Mayıs 1990, sayı: 3)
Dergi çıktı. O akşam İsmet Özel beni telefonla aradı (ki kolay kolay kimseyi telefonla aramaz).
“Bu Lamba şiirini yazan arkadaş kim?” diye sordu. Bilmediğimi söyledim. Uzatmadı kapadı. “Herhalde beğendi ki sordu” dedim içimden.
Sonra Süleyman mektebini bitirip İstanbul’a geldi, tanıştık. Epeyce süre Dergâh’ta yazdı. İsmet Özel de onun için beğenip beğenmediğini pek belli etmeyen bir yazı kaleme aldı. Süleyman Çobanoğlu hece veznine yeni bir ruh üfleyen şairlerden oldu. (Bu bir kısmını aldığım eski yazıyı burada kesip Tamgalar’a dönelim)
Tamgalar Ötüken Yayınları arasında çıktı (Ekim 2019).
Yunus Emre “Kendi yolun aramayan âdem değil er olmadı” – “Derdsüzlere benüm sözüm benzer kaya yankusına” diyor.
O bozkır semasında parlayan Türkçe’nin kutup yıldızıdır. Dini, dili, imanı ve ilhamı o günden bu güne eskimeden pörsümeden ruhumuzu besliyor.
Çobanoğlu da bir Sarıkeçili’dir. O da poyraz yeli yemiş, keçi sütü içmiş, dedesi ile beraber karabuğday ekmeğini kanına doğramıştır.
“Ser çarsın; yalnız yaşa, yolunda yalnız yürü / Yürü, hür vicdanının seni çektiği yere” diyen Puşkin gibi kendi semasında bir yıldız oldu. Hece bir âlettir. Ama ne dedik biz: Âlete değil, âyete bak.
O bir işaret fişeği olarak Dergâh’ta göründü.
İbrahim Tenekeci ve Ali Ayçil gibi şairler üç telli sazdan sızan nağmeyi zenginleştirdi, yeniledi, bir dereden bir ırmak doğdu.
Çobanoğlu o dik, o sarp, o vakur duruşu ile Çağla’dan çıkıp Tamga’ya vardı. Biz susalım şair konuşsun.
Bana şiir gelirken katı öfkeli gelir
Alıcı kuşlar gibi dağdan inen su gibi
Elleri kanlı gelir gözleri bütün akrep
Sellerde sürüklenen çocuk ölüsü gibi
*
Tepesinde tek Allah toplusunda tek mermi
damarları kupkuru kan geliyor ağzından
dolu bulutlar gibi ağıp geliyor ölüm
göğüslüyor yağmuru kan geliyor ağzından
*
sen şiir sanıyorsun kan geliyor ağzından.
*
(Şair Meslek Lisesi)nden:
Cebir kırık efendi ben bunu biliyorum
Büyük adam dedin mi cebir kırık olacak
Öğretemezsin bana yusufçuklar öğrenmez
Oldum bittim fizikten anlamaz kırlangıçlar
*
Cebir kırık efendi ben bunu biliyorum
Biliyorum üstünde gökyüzünü tutan ne
Yaratılır hiddet ve merhametten şairler
En çok da meleklere nasıl benzerse anne
*
(Yatılı Mektepler İçin Haftalık Yemek Çizelgesi)nin son iki mısraı:
Ulvi gök altında her günkü sofra:
Pırasa, pırasa, yine pırasa.