Saîdüddîn el-Fergânî’den bize kalanlar

Saîdüddîn el-Fergânî’den bize kalanlar

“Sözü amelinden sayanın sözü az olur” der Şeyh Muhyiddin. İslam’ın en büyük edebiy

Hezimetin belgeleri
İbrahim Karagül: * Skandal beklediler, olmadı. AB ile dövenler şimdi…
Bakan Kurum: İmar denetçi sayısını 2 bin 100'e çıkarıyoruz

“Sözü amelinden sayanın sözü az olur” der Şeyh Muhyiddin.

İslam’ın en büyük edebiyatçılarının (ki, edebiyat şiir demektir) sözlerini sembollerle, mecazlarla, istiarelerle, kinayelerle… iletmeleri, söz ve amel arasındaki bu doğrusal ilişkiden kaynaklanıyor olasa gerektir. Zira şair, açıklaması ancak müstakil birkaç kitapla mümkün olabilecek beyitlerini, kelimelerin özünün de özüne inerek söyler.

Mutasavvıf şairlerin sürekli olarak zahir ulemasının hedef tahtasında yer almalarının sebebi de mezkur ilişkiden besleniyor gerektir.

Bu bağlamda, sözün amelden sayıldığı yerde, din ve dünya, dini olan ve olmayan ayrımının kendiliğinden (bir zihniyet, bir dünya görüşü esasında) askıya alındığı düşünsel ortamda, amel istidadı taşıyan sözün (şiirin) bir başkası için örnek edinilme ve dolayısıyla gündelik hayata aktarılma ihtimaline tabi olarak, kendilerini şeriatın koruyucusu addeden zahir ulamayanın dikkatlerini bunlara yöneltmesi makul görülmelidir.

Hazır bir önceki yazımızda, İbnü’l-Fârız’ın (v. 1235) et-Tâiyyetü’l-kübrâ’sına, Saîdüddîn el-Fergâ’nin (v. 1300) yazdığı Münteha’l-medârik’i (çev.: Mustafa Yalçınkaya, Litera Yayıncılık, İstanbul 2018) konu edinmişken, zikrettiğimiz çatışma, zıtlaşma, şeriat hassasiyeti esasındaki bir örneği de yine oradan verelim:

El-Fergânî, şerhinde kendisinin “Kur’an-ı Kerim’de genel bir nitelikle, yani iman ile ve özel bir nitelikle, yani gerçek hidayetin zihinde olması ve başka şeylerle vasıflandırılır” şeklinde anlamlandırdığı fityetehlini dört sınıfa ayırarak incelerken, son grupta yer alanları şöyle değerlendirir:

“Bunlar da O’na, yalnızca olumsuzlama yoluyla yönelmiş, mukayyet ve çarptılmış görüşe bağlı kişilerdir. Hatta O’ndan yüce sıfatlarını ve Hakk’ın bu sıfatlarla her türlü tezahürünü olumsuzlarlar. O’nu yalnızca ‘sıfatların kendisinden olumsuzlanmasına’ hasreder, bununla mukayyet kılarlar. İster mutlak olsun ister mukayyet her türden kavuşmayı inkar ederler. Kul için Rabb’e giden bir yol olduğuna inanmazlar. (…) Bunlar… İşi, cem’iyyet makamına bağlı aşkı inkar etmeye, bu aşkın ehline şenaat atfetmeye, onlara hulûl itikadı ve küfür isnat etmeye kadar vardırmışlardır. Tıpk Zemahşerî’nin –Allah bundan dolayı onu bağışlasın- kitabında (El-keşşâf) ‘..Allah onları sever onlar da Allah’ı…’ ayetini tefsir ederken bu âdil bölüğün büyüklerine şenaat isnat ederek yaptığı gibi.”

El-Fergânî, Zemahşerî’nin Maide suresi’nin 54. ayetinin tefsirindeki şu yorumuna atıf yapmaktadır:

“(…) ‘Allah onları sever, Onlar da O’nu severler.’ Kulların Rablerini sevmesi, O’na itaat etmeleri ve rızasını elde etmek için çaba göstermeleri, gazabını gerektirecek şeylerden uzak durmalarıdır. Allah’ın kullarını sevmesi ise onların itaatlerine en güzel karşılığı vermesi, onları yüceltmesi ve onlardan hoşnut olmasıdır. İnsanların en cahillerinin, ilme ve ilim ehline en düşman olanların, şer-‘i şerften en çok nefret edenlerin, tarikat (yol) olarak en çirkin olanların itikadına gelince, -ki bunlar, her ne kadar tarikatlarının kendileri gibi cahil ve beyinsizlerce bir itibarı olsa da (tasavvuf adlı), sûftan yapma düzmece bir fırkanın mesuplarıdır- bunların dîn olarak gördükleri ilâhî aşk, -yıkılasıca- kürsülerine kurulup, ‘Tanrı’nın kendilerine tecellî ettiği’ni söyledikleri parlak oğlanlara yakılmış gazeller okumaları, -yerle bir olası- raks halkalarında kendilerinden geçmeleri, ‘Hazret-i Musa’nın Tûr’un parçalanması esnasındaki düşüp bayılması’ yanında az kalacak türden ayılıp bayılmalarıdır. Allah Teâlâ işbu uyduruk tarifenin bu kabil itikatlarından uzaktır, bunlara sahip olmayacak kadar yücedir!.. Oların sözlerinden biri de Allah’ın, onları ‘zâtı ile sevdiği’, kendilerinin de O’nun zâtını sevdikleri hezeyanıdır. Çünkü (yani, yuhibbûnehû ifadesindeki zamiri) sıfatlara ve nitelemelere değil zâta raci imiş!… Bir diğeri, muhabbetin şartı kişiye aşk sorhaoşluğunun gelmesiymiş! Eğer böyle olmazsa, orada gerçek muhabbetullah olmazmış.”

Zemahşerî’nin bu çok köşeli ve dolayısıyla çok keskin (sert) ifadelerine karşı El-Fergânî’nin yine de edeple mukabele bulunduğunu aklımızda tutarak, aynı söz ve amel ilişkisi bağlamında bu örnek üzerinden, bunları tartışarak değil, tartışmanın özüne nüfus ederek, asıl bizim kendi takınacağımız tutuma bir yol aramamız gerekir.

Zira Zemahşerî, İbnü’l-Fârız ve El-Fergânî kendilerine düşen görevleri yaparak Hakk evine göçtüklerine göre artık mesele onların değil bizim meselemizdir.

Meseleye buradan bakmayı sürdürelim inşallah.