Türk haber sitelerinde sıradan bir günün sıradan haberlerinden seçmeler… Ceren Özdemir’i öld&uu
Türk haber sitelerinde sıradan bir günün sıradan haberlerinden seçmeler… Ceren Özdemir’i öldüren Özgür Arduç, fayansla bileklerini kesmeye çalışmış, Kars’ta üç kişi bir liseli kızı kaçırmaya çalışırken yakalanmış, İzmir’de biri sinirlenip doktora kafa atmış, yine İzmir’de biri yazdığı ilacı beğenmediği için bir doktorun boğazını keserek onu yaralamış.
Bunlar benim dikkatime girenler… Bir de girmeyenler vardır tabii. Kocaman bir üçüncü sayfa haberine dönüştü memleket.
Gündelik şiddetin korkutan dili dedik değil mi? Okullarımızda akran zorbalığından başlıyor mesele, kaşını gözünü sevmediğimiz adamlara kafa atmakla ilerliyor, oradan da hastalıklı cinayetlere evriliyor.
Kusura bakılmasın ama gündelik şiddetin en büyük nedenlerinden biri, belki de birincisi doğrudan doğruya yaşadığımız hayatın bizi sıkıştırdığı o dar koridor gibi geliyor bana. Kendini bir taraftan aşırı güçlü, muazzam özgüvenli falan gören sıradan birey; bir taraftan da görkemli bir çaresizliğin, iç bayıcı bir yalnızlığın pençesinde kıvranıyor.
Diyet konusunda gördüğüm en acayip tespitlerden biri bir söyleşide çıkmıştı karşıma. Gayet standart bir hanım şöyle diyordu: “Gazetelerdeki diyet listeleriyle televizyonlardaki çikolata reklamlarının arasında sıkışıp kaldım, ne yapacağımı bilemiyorum.”
Ne öğretiyoruz sıradan insana? Sofistike bir soru bu bana kalırsa. Medyada üç temel öğretim segmenti çıkıyor karşımıza. Birincisi insanın her şeye güç yetirebilen bir varlık olduğuna dair değişmez bir anlatı… Sürekli insana “aslansın sen, kaplansın sen, biriciksin sen, çok özelsin sen” diyen bu anlatı, beraberinde inanması zor bir özgüveni ve cahil cesaretini getiriyor. “Sen nasıl istiyorsan öyle, kendini nasıl rahat hissedeceksen öyle” diye diye etrafta “kendi hayatının Tanrısı” o kadar çok insan oluşturuldu ki mesela trafikte “kardeşim, ters yönden girmişsin yola, müsaade et de geçeyim” dediğinizde sizi öldürebilir. Çünkü kendi dünyasının Tanrısı olmak, sorgulanamaz, keyfi kaçırılamaz, eleştirilemez insanlar olmayı da içeriyor.
İkinci segmentte “her şeyin çözümünün kendi adalet kurallarını uygulamaktan geçtiğini” salık veren korkunç bir “drama düzeni” var. “Vurursun, kırarsın, parçalarsın ve kendi adaletini elbette tesis edersin” diyen bir dil bu. Eşkiyası, mafyası, kabadayısı, gündüz kadın kuşakları falan filan derken estirilen hava da, verilen mesaj da çok net: “Yeteri kadar cesursan kendi işini kendin görürsün.”
Üçüncü segmentte ise “şiddete yalandan karşı medya dili” var. Hem şiddeti yaygınlaştırarak devam ediyor yoluna, hem de şiddeti engellemeyi güya bir sosyal sorumluluk meselesi olarak görüyor. “Yürek burkan haber Ankara’dan geldi…” diye başlayıp yakın planlarla, slow motionlarla “bunu herkes yapabilir” mesajı vermekten öte bir anlamı yok medyanın şiddetle kurduğu ilişkinin.
Hadi cesurca konuşalım. Annesinin-babasının “prens/prenses” olarak yetiştirdiği çocuklardan da, toplumun kenarda unuttuğu insanlardan da, varoştan da, lüks semtten de “dalga dalga” yayılan bir şiddet dili var. “Bunun bizi götüreceği yer neresidir?” sorusu ise üzerine çok az düşündüğümüz, çok az kafa yorduğumuz bir soru. Doktorun verdiği ağrı kesiciyi beğenmedi diye doktorun boğazını kesen adam “münferit” değil çünkü.
Trafik kavgasında insan ölebiliyor artık. Bir parkın içinden geçerken yolunuzu çeviren gençler tarafından öldürülebiliyorsunuz. Üstelik İstanbul başta olmak üzere tüm büyük şehirlerimizde “kentsel dönüşüm” denen heyulanın ürettiği sosyolojik çöküntü alanları bütünüyle kaderine terk edilmiş görünüyor.
Ne yapacağız, ne yapmalıyız peki? Bence tek şey: Kendimize de çocuklarımıza da aciz, her şeyi yapmaya güç yetiremeyecek, kısıtlı kapasiteli, bazen üzülebilen, bazen başaramayan insanlar olduğumuzu sıkça hatırlatacağız. Bizim kuşak değilse bile, sonraki kuşaklar için umut beseleyebileceğimiz tek “öğretim metodu” budur bence.
Eşkıya dizileriyle şiddete dur diyen reklamların arasına sıkışmış bireye “Tanrı” olmadığını anlatmak zorundayız.