Geçmişte devletler için sözü edilen, “yükselme, duraklama ve gerileme” kavramlarının bir anlam
Geçmişte devletler için sözü edilen, “yükselme, duraklama ve gerileme” kavramlarının bir anlamı olmadığı ortaya çıkmıştır. Tarihçiler, özellikle Osmanlı Tarihi’ne yakıştırılan bu kavramların hiçbir mana ifade etmediğini söylemektedirler. Peki o zaman koca imparatorluğun çöküşü ne ile izah edilecektir? Elbette tek bir âmil yoktur. Ancak gerekli zamanda, gerekli kararların alınamaması çöküş sebeplerinin başında gelmektedir. Başka bir ifade ile devlet adamlarının tereddütleri ile kaybedilen zaman, toprakların kaybına, dolayısıyla devletin çöküşüne de neden olmuştur.
Bugün doğrudan güncel bir siyasetten bahsetmeyeceğim. Sadece tarihimizden ibretli bir kesiti anlatıp sonucu size bırakacağım
Osmanlı Devleti’nin çöküşü zannedildiğinin aksine Balkanlar’dan değil Kuzey Afrika’dan başlamıştır. İlk darbeyi 1798’de Napolyon vurmuştur. Bu tehlike atlatılmış ancak 1830 yılında Fransızların Cezayir’i işgali engellenememiştir. Yarım asır sonra, Osmanlı-Rus Savaşı’nın verdiği imkânlar ile Avrupa devletleri art arda paylaşım sevdasına düşmüş ve Fransızlar 1881’de Tunus’u; İngilizler de 1882’de de Mısır’ı işgal etmişlerdir. Özellikle son iki işgalde devlet adamlarının ve Sultanın kimi tereddütleriyle askeri harekâtın göze alınamaması koca kıtanın elden çıkmasının yolunu açmıştır. Bu gelişmeler, Trablusgarp’ı yani bugünkü Libya’yı daha da önemli bir konuma getirmiştir. Nitekim, Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı toprak bütünlüğünü hiçe sayarak stratejik yerleri işgal etmeleri, İtalya’yı da harekete geçirmiştir.
İtalya, Trablusgarp’a dönük politikalar geliştirip özellikle iktisadi yatırımlarla bölgede nüfuzunu arttırmaya başlar. Geçmişten dersler çıkaran II. Abdülhamid de bir dizi tedbirler alır. Kuzey Afrika’da önce Cezayir’i, ardından Tunus ve Mısır’ı Avrupalı emperyalistlere kaptıran Osmanlı Devleti’nin Afrika’da kalan son toprakları Trablusgarp ve Bingazi’dir. Bu yüzden II. Abdülhamid gerek Trablusgarp vilâyeti ve gerekse İngilizlerin işgali altındaki Mısır sınırında yer alan Bingazi’ye büyük önem verir. Fakat tahttan indirildikten sonra aynı tedbirler sürdürülemez. Dikkatler o sırada Yemen’de çıkan karışıklıklara yönelir. Hükümetin aynı zamanda birçok krize odaklanamama zaafı, yeni problemlerin başlamasına neden olur.
Emperyalist Avrupa devletlerinin yolundan giden İtalya, Libya’yı işgale hazırlanır. Buna karşılık eski Roma sefiri Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa kabinesi bazı tedbirler alsa da, 28 Eylül 1911’de İtalya’nın Bâbıâli’ye bir ültimatom vermesi önlenemez. 24 saat mühlet tanınan bu ültimatomda, İtalya’nın Trablusgarp’ı işgal edeceği bildirilir. Utanmadan da işin kolaylaştırılması için Osmanlı hükümetinden kendi görevlilerine gerekli emirlerin verilmesi istenir. 29 Eylül’de ültimatoma cevap veren hükümet, iki devlet arasındaki meselelerin dostane halledilmesi gerektiğini bildirse de, bir sonuç çıkmaz ve aynı gün İtalya, Osmanlı Devleti’ne savaş ilân eder.
Gafil avlanan İbrahim Hakkı kabinesi istifa eder; tecrübesine güvenilen ve soruna çözüm bulacağı zannedilen Said Paşa yeni hükümeti kurar. Osmanlı siyaseti ise Trablusgarp’la (Libya) ilgili takınılacak uluslararası tavır konusunda ihtilâfa düşer. Şöyle ki; olaylardan kendilerini sorumlu tutan İttihatçılar, dış politikada yalnızlık siyasetini sürdürmek ister. Muhalefetin bir bölümü İngilizlerle işbirliği yapmayı; Meclisteki mutediller ise kapitülasyonları kaldırıp devletleri etkilemeyi gündeme getirirler.
Diğer taraftan, Bingazi ve Derne’de Enver Paşa ve Mustafa Kemal’in de yar aldığı ve yaklaşık bir yıl süren savaş sürdürülür. Ancak siyasetin kararsızlığı, devlet adamlarının tereddüdü sahaya da yansır. Nitekim imzalanmak zorunda kalınan Uşi Antlaşması’yla, Osmanlı’nın Afrika’daki son kalesiLibya İtalyanlara terk edilir. Tabii durum bununla sınırlı kalmaz. Libya’nın işgali Birinci Dünya Savaşı’nda On İki Ada’nın da işgaline sebep olur. Adaların kaybı ise Türkiye’nin bugünkü Akdeniz sorununu doğurur.
Kuşkusuz siyasette tereddüt, bir tedbir olsa da; tedbir örtülmeye başladığında bir tehdittir. Bu yüzden büyük bir imparatorluk bakiyesi olan Türkiye’nin tarihi coğrafyasındaki olaylara zamanından önce hazırlanması, oralar hakkında enine-boyuna bilgi üretmesi bir zorunluluktur. Sorumluluk sadece siyaset ve hükümetin değil, topyekûn bütün kurumlarındır. Bu çerçevede Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Ortadoğu ve Afrika Araştırma ve Uygulama Merkezi26-28 Aralık’ta uluslararası bir programa ev sahipliği yapacaktır. “Uluslararası Osmanlı Bağdat’ı Sempozyumu’nda”, yanı başımızda kaynayan başka bir yara olan Irak tarihine neşter vurulacaktır. 50’ye yakın bilim adamı modern Irak’ın kurulmasına giden son dönem Osmanlı sürecini irdeleyeceklerdir.