“İnsanların durmadan oradan oraya koşmaları beni çok şaşırtıyor” dedi profesör ö&
“İnsanların durmadan oradan oraya koşmaları beni çok şaşırtıyor” dedi profesör öğrencilerine. Ve devam etti sonra sözlerine: “Nereye doğru koşarlarsa koşsunlar kendi sonlarını kovaladıklarını biliyor mu acaba bu insanlar?”
Çoğunlukla yaşı ilerlemiş insanların tercih ettikleri sessiz sakin dinlenme yerleri var. Oralarda bir süre bulunursanız, her şeyin ritminin farkedilir biçimde düştüğünü gözleyebilirsiniz. Yaşamak için başkalarından daha az vakitlerinin kaldığı aşikar bu insanların, bir arada, zamanın en ağır seyreden halini yaşamaları, aynı dinginlik sofrasından yiyip içmeleri garip geliyor ilk bakışta insana. Öyle ya, mantık çerçevesinde düşünürsek, vakti azalmış olan bütün bu yaşlı insanların, yaşayabilecekleri en fazla şeyi sığdırma gayreti içinde olmaları gerekir kalan günlerinin içine… Öyle değil ama! Tam aksine, her hareketlerinde bir duruluk, kabullenmeşlik, yüzlerinde, ifadelerinde bir teslim olmuşluk var. Bir şeyin peşinde koşuyor değiller hiç. Bu sadece fiziksel kısıtlılıkları ile ilgili bir şey değil; bundan çok daha fazla, daha genç olanların hayata dair beklentilerinden doğan dalgaların artık onların kıyılarına vurmuyor olmasıyla ilgili bir şey… Yaşamak, uzunca sayılabilecek şekilde ömür sürmek bazı şeylerin boşunalığını öğretiyor insana. Onlar, dünyanın kargaşasından uzak bu dinlenme yerlerinde, hayatlarının son randevusuna erkenden gelmiş gibi telaşsızca bir kenarda oturup bekliyor gibiler. Geç kalabilecekleri herhangi bir yerleri kalmamış sanki hiçbirinin. Bu hali tecrübe etmeyenlere ürkütücü, korkutucu, rahatsız edici gelebilir belki bu manzara. Ama belli ki onlar için öyle değil… Onlar, her şeyin sona ereceği ve ruhlarının hakikatle buluşup bütün dünya ağırlıklarından kurtulacağı o son randevu saatini içlerinde, kalplerinde, derinlerinde, belki de taşıdıklarından habersiz oldukları bir tür özlemle sessizce, sükunetle, sekinetle bekliyorlar hep birlikte.
“Ne sıradan ne de çok uçuk, şartsız şurtsuz bir hayat bu hepimizi kurtaran; eninde sonunda sürü ruhuyla yapılan herhangi bir uzlaşmaya ya da isyana kolayca kapılmamızı engelleyen zorlu bir güç; bir şelale, ardında beyaz bir fon olan vesikalık fotoğraflarımız ve sağ başparmağımızın iziyle belirlenen kimliğimizle hiç alakası olmayan gecikmeli bir hareketle döküldüğü için asla yere ulaşmayan bir şelale; yabancı bir şey olan ama yine de özen gösterilmesi gereken hayat, annesinin işi çıkınca birine bırakılmış bir çocuk, haftada üç kez sulamamız ama bozmamak için lütfen fazla sulamamamız gereken begonya saksısı” diyor Julio Cortazar, ‘62 Maket Seti’ adını verdiği eserinde.
İnsan hangi ucundan başlayıp ilerleseniz, her defasında farklı varış noktalarına ulaşabileceğiniz bir uzun hikaye aslında. İnsanın bir hali, bir başka halinin zıddı, yabancısı, hatta düşmanı olabiliyor. Burada hayret edilecek olan şey şu; çoğu insan kendi kişiliğinde topladığı birbirinden farklı, bazen açıktan, bazen dip akıntılarla seyreden bütün bu hikayelerin bir kısmının ayırdında olmadan, belki haberdar bile olmadan yaşayıp gidiyor. Hepimiz, yaşayıp giderken, bir anda ortaya çıkan, anlam veremediğimiz, anlamlandıramadığımız, tuhaf, beklenmedik tezahürlerle karşılaşmıyor muyuz kendimizde? İşte bize beklenmedik gelen bütün o tezahürler, hayatımızın genel seyri içinde yabancılaştığımız, farkında olmadığımız o dip akıntılardan sızıyor ve yüzeye çıkıyor.