Ayşe Böhürler: Bu kimin aklı?

Ayşe Böhürler: Bu kimin aklı?

“Türkiye’de” diyerek başlıyor reklam; “Hijyenik pedler ve âdet kanaması ayıptır denilerek

Trump says he told Fed's Powell US interest rates are too high
‘Historic Turkey-Libya agreement to put an end to Greek occupation of…
İşkenceci baba ve işkence mağduru kızına dava

“Türkiye’de” diyerek başlıyor reklam; “Hijyenik pedler ve âdet kanaması ayıptır denilerek satılırken gazete kâğıdına sarılıyor” diye devam ediyor…

Reklamın sloganı ise: ‘Utancın Örtüsünü Kaldır…’

Bu fırsatçı reklam, Cihan Aktaş’ın yorumuyla; ‘Sinsi bir kurnazlıkla olguları karıştırıp kadınlara dönük şiddet haberlerini kendine yontuyor!’

Bir diğeri ise, “Biliyor muydunuz” diyor, “Pedlerin gazete kâğıdına sarılmasına ve gizli gizli alınmasına güzel bir cevap vermiş.” Doğrusu bu yorumu hayretle okudum. “Yok. Bu durum karşısında ayıplama ve utanç Yahudi dini içinde söz konusudur, İslâm dini öyle bakmaz, bizim kültürümüzde bu bir edep, çoluğa çocuğa izah meselesidir…’’ falan gibi cevaplar o an aklıma gelse de, bezdim birden! Hadi olayın din-kültür-terbiye kısmını geçelim yaşadığımız çağa bakalım; orada da mantıklı bir zemin bulamıyoruz.

1970’li yıllarda bu mevzular feministler arasında pek popülerdi. Hatta babaları, âdet gören kızlarına hediyeler almaya teşvik eden anneleri falan hatırlıyorum. Duygu Asena, Kadınca Dergisi’nde bolca bu konuları yazardı. Hale Soygazi, Müjde Ar filmlerinden de hatırlarsınız belki. Konunun epistemolojisi, sosyolojisi, psikolojisi o yıllarda işlendi ve geçildi. Çağın feministleri bile artık bu konuları bu çerçevede ele almaktan vazgeçti!

Hal böyleyken bu konuyu alakasız bir bağlamda şiddete bağlayıp “Vay be ne büyük bir operasyon yapıyoruz’’ edasıyla piyasaya sürmek kimin aklı doğrusu çok merak ettim.

Bu aklı merak edip, bu çarpıtmanın kime ne faydası var sorusunu soran bir kesim var ki, reklama ciddi tepki gösteriyor.

Dünyanın tanıdığı, her alanda nam salmış; Türk kadınları, iş kadınlarımız, bilim kadınlarımız, oyuncularımız, yazarlarımız, yönetmenlerimiz, yapımcılarımız, hayat kurtaran cerrahi operasyonlar yapan hekimlerimiz, tıp camiasında her branştan duayenler, yöneticilerimiz, dünya ve Avrupa şampiyonalarında 2 bin 80 madalya kazanan kadın sporcularımız dururken; “Türkiye’nin ve kadınlarının hikâyesini böyle bir filmle anlatmak” kimin aklı?

RÜZGÂR ÜFÜRMESİN!

Geçmişten bugüne uzanan derin kültürel mirasımız üzerine hiç konuşmuyoruz. Bunun üzerine konuşmanın, kültürel mirasımıza, kendi genetiğimize sahip çıkmanın zamanı geldi diye düşünüyorum. “…düşünce, davranış veya değer yargıları istesek de istemesek de nesilden nesile nakledilirmiş; ‘mem’ ya da ‘meme’ dedikleri kültürel iletim birimleri aracılığı ile tıpkı biyolojik içeriğin DNA tarafından nakledildiği gibi. Eğer gerçek buysa, demek Tabula Rasa’da buraya kadarmış. John Locke da boş konuşmuş, Rousseau da. Avro Amerikan medeniyetinde yazılanlardan merhamet beklemek şöyle dursun, öjeniks veya jenosist güdülerinden kurtulmalarını beklemek dahi hayal… Bize gelince yirmi birinci yüzyılla baş edeceksek her şeyden önce Stockholm Sendromundan kurtulmanın yolunu bulmamız, kendimizi sevmeyi yeniden öğrenmemiz lazım. Düşünün ki sevgi emektir, emek verileni korumak, sakınmak, sadakat, saygı ve vefâdır. Bu pencereden bakınca, biz Türklerin kendimizi ‘Yaratan’dan ötürü’ bile sevmediğimizi, kendimize ait hemen hiçbir kuruma hürmet etmediğimizi, esirgemediğimizi teslim edersiniz. Pek müsrifizdir, bir heyecan inşa eder, sonra bırakırız düşsün değerini yitirsin. Kim öğrettiyse bize ‘yıkmadan yapılmaz’ diye, bakım, onarım, uyarlama bilmez; töre, bina, icat, buluş, sanat eseri, insan hele de insan! Harcar geçeriz…’’ Alev Alatlı/Nasihatname/2. Cilt. S.500

Yahya Kemal Beyatlı’da rastladım bugün için de ne kadar geçerli bir tasvir diye düşünerek sizinle paylaşmak isterim… “Son derece basit kafalıydı. Sakin dinlemek hassasından mahrumdu. Fikir münakaşalarıyla şahsi dargınlıklar arasına bir adımlık bir mesafe bile bırakmazdı. Siyasi mübahaseleri, hırsla, lakin avam-pesendane mantıklarla ve rivayetlerle yapardı….’’