Ayşe Böhürler: Murad edilen nedir

Ayşe Böhürler: Murad edilen nedir

Sibel Eraslan’ın son yazısındaki şu satırları okuduktan sonra bir açıklamaya ihtiyaç hissetmesi

Haluk Bilginer'e Emmy Ödülü
وجود الناتو على المحك وعليه إثبات أنه “على قيد الحياة”
Japan's Sakurajima volcano erupts in miles-high plume of ash: Kyodo

Sibel Eraslan’ın son yazısındaki şu satırları okuduktan sonra bir açıklamaya ihtiyaç hissetmesine bir hayli içerledim. Ömrünü başörtülü kızların ve dindar insanların siyasetten eğitime hayatın her alanında var olmaları için mücadeleyle geçirmiş Sibel Eraslan’a ‘’İstanbul Sözleşmesi ‘’ nedeniyle söylenenler haksızlığın ötesinde büyük bir adaletsizlik ve körlük durumunu ortaya koyuyor. Öyle ki, Sibel şu satırları yazmak zorunda kaldı: “İstanbul Sözleşmesi konusu açıldığında her seferinde adeta FETÖ ofisleri gibi çalışarak hakaretâmiz ve pornografik linçleri yaşamaktan gerçekten usandım. İslâm annelerini kaleme almış, edebiyat yolumu zamanı kuran mukaddes anneler üzerinden çizmiş bir yazarım. Benim yerim; aileden, çocuktan, anneden, babadan, büyükanneden, büyükbabadan, akrabadan, komşudan, duldan, yetimden, yolcudan, talebeden, yoksuldan, misafirden yanadır. Ama kendi dağılışımızı, yozlaşmamızı, çöküşümüzü sadece bir sözleşmeyle açıklayamayız diyorum.”

Biz hayatın sadece kendi gördüklerimizden ibaret olmadığını, insanın bin bir kötülük hali olduğunu gören bilen insanlarız. ‘İslâmî’ ismi altında bazı sivil kuruluşların yaptıkları kampanyaları da görüyoruz. Özellikle gençlerimizi dinden soğutan söylemlerin üzerine gitmek, evlatların kaydığı zemini, iç sebepleri görmek yerine bu konunun muhalefet kalkanı haline getirilmeye, Erdoğan ile seçmen kitlesini ayırmakta etkili bir araca dönüştürülmeye çalışıldığını da görüyoruz.

Ama bu söylemlerin ve endişelerin varsayımlar dışında hakikatte bir karşılığı yoktur. Keşke Müslümanlar yasalara, çerçeve sözleşmelere falan ihtiyaç kalmadan ailelerine eziyet etmeselerdi, onları bir emanet olarak görselerdi. Keşke rakamlar söylediklerimizi yalanlamasaydı.

Hamaset karşısında hakikat bambaşka…

***

“İstanbul Sözleşmesi’’ üzerinden yürüyen kampanyaları anlamakta zorlanıyorum. Burada erkekler yine kadınların arkasına sığınıyor. Bir kadın yazarın ya da bazı kadın sivil kuruluşların arkasına saklanarak siyasi muhalefetlerini mertçe değil de sinsi sinsi yürütüyorlar. Muhalefet yapacaklarsa kadını-kızı âlet etmeden tam da Resulüllah’ın “Özünüzde sözünüzde dosdoğru olun’’ tavsiyesi uyarınca yapmalarını tavsiye ederim. Ancak gençler özellikle genç kızların kalbinde de aklında da bu söylemler yer bulmuyor. Dindar insanların kadına şiddeti destekledikleri imajının oluşmasına katkı sağlıyor, gençleri dinden soğutuyor. Batının da Müslüman toplumlar için dünyada oluşturmaya çalıştığı imaj da tam bu değil miydi?

Bu itirazlar ‘cinsiyet’ kavramı etrafında toplanıyor. Ancak ‘Böyle yapılıyor’ diye söylenen her şey varsayım. İtiraz edenlerin bir kısmı cinsiyet eşitliği lafını elastik buluyor ve çocukların kendi cinsiyetlerini özgürce seçmeleri gerektiği fikrini dayattığını iddia ediyor ki sözleşmede böyle bir madde yok. Uygulama buna kapı açabilir varsayımıyla hareket etmek de tartışma zeminini sığlaştırıyor. Burada kilit nokta uygulamadır, sözleşmenin kendisi değil. Ayrıca araştırmalar eşcinsellik meselesinin ortaya çıkmasında ailenin bizzat kendisinin özellikle de baba tutum ve davranışının çok etkili olduğunu ortaya koyuyor.

Bu konu bu tonda konuşulmaya devam ederse uzun vadede en çok dindar kitleye zarar verecektir. Aile birliğini sağlamayı, aileyi güçlendirmeyi sadece yasalarla gerçekleştiremeyiz, özel hayatımızda ve rutin halimizdeki güzel örneklerle başarabiliriz. Özel hayatında bambaşka telden çalıp sonra da ‘Vaay… İstanbul sözleşmesi aileyi mahvetti’ diyenlere akıl ve izanlı duruş dışında başka tavsiyem olamaz. İstanbul Sözleşmesi Türkiye’de kadına yönelik şiddeti önleyici mekanizmaların son halkasıdır. Toplumda yaygın olarak görülen (her 3 kadından birinin yaşadığı) sorunlardan dolayı ortaya çıkmıştır. Türkiye’de kadınların şiddet oranı bu kadar yüksek iken durumun başka çaresi de yoktur. Erkekler veya kadınlar, her kim buna karşı çıkarken göstereceği eforu iyiliği emredip şiddetten kadınları korumaya yöneltseydi çok daha faydalı bir iş yapmış olurlardı. Ayrıca ortaya çıkan istatistik veriler ve rakamlar da onları hiçbir şekilde doğrulamıyor…

2018 verileriyle Türkiye genelinde boşanmaların artış hızı binde 1,6 iken ortaya çıkan vaveylanın sebebini anlamak çok zor. En yüksek olduğu il binde 2.57 ile İzmir, binde 2.51 ile Antalya ve Muğla onu takip ediyor. En düşük olduğu il binde 0.2 ile Hakkari, Bitlis ve Şırnak. Boşanmalar en çok 30-39 yaşlarında yüzde 38.7’si evliliğin ilk 5 yılında yapılıyor. Rakamlar öyle akın akın boşanmaya giden, kadınları işaret etmiyor. Binde bir artış toplumsal ve teknolojik değişimin bu kadar hızlı olduğu bir dünyada çok az bile kabul edilebilir. Dünyanın değişimi bireyi sarsıyor. Her şeyden önce bu sarsılma elbette aileyi de etkileyecektir. Bu sarsılmada daha çok zarar gören kadını ve çocuğu korumak da devletin boynunun borcudur. Gerisi laf-ü güzaf…