Türkiye Barış Pınarı Harekatı ile sınırlarını güvence altına almayı hedeflemektedir.
Türkiye Barış Pınarı Harekatı ile sınırlarını güvence altına almayı hedeflemektedir. Türkiye, sadece sınırlarının dışından hissettiği bir tehdit ile değil, bilakis PKK ve uzantılarının Suriye’den doğrudan Türkiye’nin içine yönelttikleri terör eylemleri ile karşı karşıya gelerek harekete geçtiğini de dünya bilmektedir. Kaldı ki, Türkiye’nin sınır güvenliği dünya barışını tehdit eden, uzun zaman sonra büyük güçleri yeniden karşı karşıya getiren Suriye sorunundan bağımsız değildir.
ABD, Meksika sınırına gelen çaresizleri; Avrupa ülkeleri de aç-biilaç günlerce yürüyerek veya denizde ölümü göze alarak kapılarına dayanan göçmenleri ulusal güvenlik tehdidi olarak görmektedir. Buna mukabil, sınır ötesinden yöneltilen terörist eylemlere maruz kalan Türkiye’yi işgalci olarak nitelemektedir.
Oysa Suriye sınırı NATO’nun da sınırıdır. Dolayısıyla güvenliği de onun sağlaması gerekmiyor muydu? Hadi, NATO’nun görev tanımından vazgeçtik, ABD’nin yıllardır PYD/YPG’yi desteklemesi ona her türlü silah, para ve lojistik desteği vermesi ne ile izah edilmelidir?
Bu çifte standardın arkasında Batı’nın Türkiye ve Ortadoğu’ya yönelik hesaplarının yattığı bilinmektedir. Maalesef bugün ortaya çıkan durum, tıpkı geçmişte antisemitizmi önce besleyip sonra hortlattıkları gibi şimdi izhar ettikleri antitürk anlayışlarından kaynaklanmaktadır. Medeni oldukları, dünyaya özgürlük ve barışı pazarladıklarını iddia eden Batılılar, ruhlarına sinmiş bu nefreti fırsat buldukça ortaya koymaktadırlar. Bazen ülkelerindeki yabancı işçi ve göçmen düşmanlığı ile, bazen masum başörtülü kız çocuklarını tahkir ve okuldan kovmakla; bazen de, Yeni Zelanda’da olduğu gibi canileri aracılığı ile tavırlarını sergilemektedirler.
Bakmayın bugün Suriye veya Kürt sevdasına düştüklerine. Aslında onların bu genel tavrı ötekileştirdikleri bütün şark milletlerine karşıdır. Suriyeli göçmenlere karşı aldıkları tavırları; Kürtleri sürekli kullanılacak bir araç olarak görmeleri bile zihniyetlerini açığa çıkarmaktadır.
İçlerinde şarka karşı saklı kinlerini, asırlarca Müslüman topluluklara kol kanat germiş ve şarkın hamisi olmuş Türklere karşı, antitürk davranışları ile sembolize etmektedirler. Bunu destekleyecek binlerce örneğe sahibiz. Ancak lafı uzatmadan kendi literatürlerinden bir alıntı ile dinmeyen karın ağrılarını açıklayalım:
Cahrles Lindholm, İslami Ortadoğu (Türkçesi, İmge Kitabevi, Ankara 2004) kitabının ilk bölümünde tam da benim söylediklerimin örneklerini vermektedir. Lindholm, Batı’nın gözündeki Ortadoğu’yu açıklarken; “Batı’nın çağdaş düşmanlığı, salt modern bir çatışkının sonucundan ibaret değildir” diyerek; sorunun ne denli derinlerde olduğunu itiraf etmektedir. O, bugün de süren çatışmanın kaynağını “Müslüman Ortadoğu ile Hristiyan Avrupa arasında, batı yarı küresi üzerine bin yıllık iktisadî, siyasal ve dinsel hegemonya rekabetinde” görmektedir. Bu tezini açıklamak için verdiği bütün örnekler, hep Türkiye’nin Batı’daki korku ve imajı üzerine bina edilmiştir.
Hülasa Batı’nın korkusu ve Türkiye’ye karşı olan tavrı yeni bir şey değildir; bilakis, antitürk genetik kültüründe saklıdır.
Bu bakımda Batı cephesinde yeni bir şey yoktur. Türkiye Barış Pınarı Harekatı’nı ne kadar Batı’nın belirlediği uluslararası hukuktan aldığını iddia etse; insancıl haklara ne kadar riayet etse, hatta tertemiz bir Suriye’yi mevcut rejime teslim etse bile, değişecek bir şey yoktur.
Herkes yoluna devam edecek ve Türkiye de devam etmelidir.
Türkiye, bu askeri harekatta ilan ettiği hedeflerden asla sapmamalı, ancak gelecekte Türk-Arap ve Kürt kardeşliğine halel getirebilecek hiç bir davranışa da izin vermemelidir. Medya üzerinden yapılan anti veya lehteki propagandalar meselenin özüne tesir etmemelidir. TSK’nın tecrübesi, özellikler Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı harekatları ile elde ettiği kazanımlar, Barış Pınarı Harekatı’nı da başarılı kılacaktır. Ancak, asıl mesele ondan sonra başlayacaktır. Bölgeye yerleştirilecek ve bölgede halihazırda kalan ya da harekattan dolayı başka tarafa göç eden halkın bir kılına bile zarar gelmemesi için azami özen gösterecektir.
Lafı dolandırmadan söyleyelim. Tarihte farklı ordular veya orduyla birlikte hareket eden gruplar ile yapılan müşterek harekatlarda bir çok olumsuzluklar gözlemlenmiştir. İşin sonunda fatura hep ana orduya çıkarılmıştır. Bu yüzden eski adı ÖSÖ olan Suriye Milli Ordusu ile oldukça koordineli devam eden harekata da asla bir halel getirilmemelidir. Zira güvenliğin sağlandığı bölgelerde halk ile ilk temas ve muhtemelen Menbiç civarında rejimin orduları ile ilk karşılaşmayı SMO yapacaktır. Onların yanlış bir girişimi; harekatı, bir tehdidi ortadan kaldırma ve güvenli bölge oluşturma amacından uzaklaştırıp rejimden intikam almaya dönüştürmesi, büyük tehlikeler barındırmaktadır.
Eminim TSK bu riski göze alarak harekata başlamış ve gereken tedbirleri de almıştır. Ama tarih burada zikredemeyeceğim benzeri hadiseler ile doludur. Bu yüzden meselenin bir kere daha burada hatırlatılmasında yarar vardır.