Dilsiz’i sinema diliyle konuşturmak mümkün mü?

Dilsiz’i sinema diliyle konuşturmak mümkün mü?

“Metafizik” der Miguel de Unamuna “Meta lingustiktir.” İnsana verilmiş olması esasında, meta-dilin sinema

مقتل 13 مدني في هجوم لـ “ي ب ك” بسيارة مفخخة في سوق بتل أبيض
Hope fades for Albania quake survivors; 40 dead
العراق: الاحتجاجات لم تعرقل عمليات إنتاج وتصدير النفط

“Metafizik” der Miguel de Unamuna “Meta lingustiktir.”

İnsana verilmiş olması esasında, meta-dilin sinema diliyle yorumsanarak (tefsir edilerek) dünyayevileştirilmesi konusunda çaba gösteren yönetmenleri burada listelememize gerek olmadığı gibi, onların görsel imalar, uzayı mekansalaştırma veya modern mit üretimi üzerinden yaptıkları denemelerin sonuçlarını analiz etmemize de gerek yoktur.

Zira “…Gördüğümüz şeyleri istediğimiz kadar anlatalım, görünen şey hiçbir zaman söylenen şeyin içine sığmaz ve söylenmekte olan şey imgeler, eğretilemeler, kıyaslamalar aracılığıyla istendiği kadar gösterilmeye çalışılsın, bunların ışıklarını saçtıkları yer gözlerin gördüğü değil de, sentaksın ardışıklığının tanımlandığı yerdir.“ (Foucault) ve dolayısıyla söz konusu denemeler de son tahlilde dillerin birbirlerine indirgenemezliğine toslayarak, özel bir yorumsama gayretinden öteye geçemezler.

Bundan hareketle, meta-dili, dünyasallaştırma ve/ya doğrudan dünyevileştirme esasında Metin Erksan, Ahmet Uluçay, Nuri Bilge Ceylan ile Semih Kaplanoğlu’nun gayretlerini şimdilik paranteze alarak, geçtiğimiz Salı günü ilk gösterimi yapılan Murat Pay’ın Dilsiz’ine, her şeyden önce ilgili çalışmalarla benzerliği yönünden değil farkı yönünden bakmamız gerekmektedir, zira metafiziğin özü itibariyle gerektirdiği meta-dil, Dilsiz’e karakterini veren İslam metafiziği olarak tasavvuf bağlamındaki hâl-dili’nden farklıdır.

Şöyle ki, tasavvuftaki hâl-dili, fizik ötesindeki bir durumun, buradan (dünyadaki insan tarafından) keşfi değildir; bilakis, fizik ötesinin fizik içinde (yeryüzünde ve bizzat insanın kendi ferdiyetinde) idrak edilmesidir. Tıpkı, Şeyh Gâlib’in Dilsiz’de özel bir vurguya mazhar olan, “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” beytindeki mananın, önce kalpte ve kalpteki değişime tabi olan hâl’de yerleşik hale gelmesidir.

Bu yerleşikliğin yeryüzünde vuku bulmasıyla doğrudan fiziğe bitişmesi, bu bitişmenin bir tür berzah işlevi gören dünyasallaştırmayla (zihinde zuhuruyla) görünürlüğe çıkarılması bakımından hâl dili, yukarıda zikrettiğimiz şekliyle meta-dilden, fizik ötesindekini fiziği içine çekmesi bakımından farklılaşır.

Bu manada Dilsiz’in metafizik düzeyde neyin tefsirine yöneldiğini ya da neye dair bir mesaj ilettiğini hemen tespit etmek mümkündür, ki bunun adı İslam metafiziği olarak tasavvuftur.

Dilsiz’in bu özel’liğinde ilginç olan, ihtiva ettiği tefsirin / mesajın seçkinliğe (ve dolayısıyla seçkinciliğe) tabi olmasıdır. Zira, meta-dildeki genelliğin aksine, hâl-dili tasavvuf esasında özeldir. Diğer bir söyleyişle yüzyıllara baliğ olan bir birikimle şekillenen tasavvufî ıstılahlar, ancak bir inanç (İslâm) bütünlüğü içinde, imanın bir mana olması cihetinden anlam ve dolayısıyla hâl’in açıklığı sayesinde görünürlük kazanırlar. Neticede bu lafız (şekil) ve mana ilişkisiden söz etmek ve neden söz edildiğini anlamak da başlıbaşına bir seçime tabi olmayı ve ancak o seçileni bilme seçkinliğinde konumlanmayı gerektirir.

Örneğin, Dilsiz’deki bir hattatın mezarında vuku bulan bir olayın, başka bir hattatın rüyasına hem de bir ta‘zîr olarak yansımasını anlamanın yolu, önce rüyanın tasavvuftaki (vahiy, ilham ve feyzdeki) yerini bilmekten ve bu bilgiye koşulsuz olarak inanmaktan geçer.

Bu durumda, meta-dilin sinema diliyle tefsirindeki zorluk, seyreden açısından hâl- dili’nin aynı yolla tefsiri itibariyle ikiye katlanmış olur. Zira, seyreden önce meta-dile, ardından hâl-diline mahsus, birinin diğerini açtığı ikili bir bilmeyi zorunlu kılar ki, bu tarz bir bilme ise seyreden herkese değil, ancak seçkin bir seyrene mahsus olacaktır.

Bu noktada, Dilsiz’in yönetmeni Murat Pay’a şu soruyu sormam gerekmektedir: Dilsiz’in muhatap kitlesi kimdir?

Öyle ya, bir film, hat sanatına güzelleme maksadıyla ve zikrettiğim örnek üzerinden sadece seçilmişlere / seçkinlere yönelik bir hâl-dili tefsiri olarak yapılmayacağına göre, neden yapılmış olabilir?

Bunu derken, kütüphanede geçen konuşmalardan sonuncusunun bir diyalogdan çıkartılıp bir tirada dönüştürülmesiyle, filmin adeta tarifeli bir uçağı kaçırmamak için film setini telaşla topluyormuşçasına apar-topar bitirilmesini dışarıda tutarak, Dilsiz’in sağlam bir olay örgüsüne sahip olduğunu; mekan seçimleri, çekimleri ve rollerin ifası bakımından fevkaladeliğini inkar ediyor değilim. Konu hâl dilinin sinema diliyle tefsirine mahsus olduğunda, sorulması kaçınılmaz olan bir soruyu soruyorum.

Dilsiz’i seyrederken keyf aldım ama ilgili bir çok soruma cevap alamadım.