Dilsiz’in dili: Ruhun sesi

Dilsiz’in dili: Ruhun sesi

Yazının başlığı, filmin ikinci yarısında geldi -filmi, yönetmeni Murat Pay kardeşimle Üskü

Novak 6 hafta yok
Baby dies in Greek refugee camp due to horrific conditions
Brazil's Lula blames elites for 'coup' in Bolivia

Yazının başlığı, filmin ikinci yarısında geldi -filmi, yönetmeni Murat Pay kardeşimle Üsküdar Emaar’da izlerken…

Öncelikle, sosyal medyadan yaptığım çağrıya karşılık vererek sinema salonunu dolduran Kadıköy İHL’nin Türk dili, edebiyatı öğretmen ve öğrencilerine, yanı sıra diğer izleyicilere baştan teşekkür etmek isterim.

HÂL ESTETİĞİ: RUHUN HİKÂYESİ

Ayrıksı bir film, Dilsiz. Adı üstünde, dilsiz! Ama konuşma nedir, hakikat film diliyle nasıl dile gelir, dillendirilir, cümle âleme “öğreten” ender filmlerinden biri olarak Türk sinemasındaki yerini aldı, şimdiden Dilsiz.

Ayrıksı bir film, dedim. Sıradışı. Sıradan bir film değil, izleyici ayartan popüler sinemanın ticarî ürünlerinden biri değil Dilsiz.

Filmin en az iki katmanı, dolayısıyla iki dili var aynı ânda akıp giden: Biri izlediğimiz filmin olay örgüsü, hikâyesi. İkincisi, filmin izlediğimiz hikâyesini de sürükleyen, ruhu.

Bu ruh olmasa, hikâye sarsmaz insanı, sarıp sarmalamaz, kendine getirip kendinden geçirmez.

Bu ruh olmasa, filmin hâl estetiği olarak adlandırdığım dili üzerinden geliştirdiği film dili de olmaz, kurulamaz.

Aşk, dilsizdir zaten; dil ile anlatılamaz, yaşanır sadece. Dil ile anlatılan aşklar, aşk makamından uzaktır; sahtedir.

Aşk, kâl / söz ile anlatılmaz; hâl ile yaşanır…

Biz konuşmayız, propaganda yapmayız, kimseyi ikna etme hamlığı sergilemeyiz. Yaşarız, yaşayarak konuşuruz, yaşantımız konuşur, yaşantımızla konuşuruz, yapıp-ettiklerimizle…

Bizim davamız, kâl ile (laf ile) kâim değildir, hâl ile kâim ve dâimdir.

Hâl, eşyayla da, insanla da dokunarak, değerek konuşmak demek. Eşyanın da insanın da ruhuna nüfûz etmek… Sürgit oluş yolculuğu… Yolda oluş… Olma kaygısı… Oluş merdivenlerini tırmanma çabası…

OLUŞ SIRRI: ÇİLE ŞİİRİ

Oluş yolculuğu filmin ana karakterinin ve dolayısıyla diğer karakterlerin yaşadığı bir tecrübe değil. Bizim de yaşadığımız bir tecrübe. Filmdekilerin de, filmi izleyenlerin de iştirak ettikleri, yaşadıkları aşkın, aşkınlaştırıcı bir tecrübe. Bildiğimiz film dillerini aşan, bize başka, bambaşka, hâl diliyle işleyen bir film dili sunuyor Dilsiz -izleyiciyi de oluş sırrını keşfe çağırarak…

Film, bunu film ekranını yırtarak, yıkarak, bizi de oluş yolculuğuna dâhil ederek yapıyor…

İyilik varlıktır, kötülük yokluktur” demişti İbn Sina.

İyilik varlıktadır, kötülük yoklukta” diye başka bir dile tercüme etmişti İbn Arabî Hazretleri.

Çilesiz olmaz. Çilesiz yolculuk olmaz. Çilesiz varlık vücut bulmaz. Hiç bir şey çilesiz olmaz. Hiçlik makamına, çileyle ulaşılır. Hiçlik makamı, varlığın hâllerinin seyre dalındığı, meyvelerin toplandığı ândır: Bütün varlıklar çileyle meyveye durur, olgunlaşır…

Çileyle yeşerir ümitler…

Çileyle yazılır besteler…

Çileyle değişir mevsimler…

Çileyle kendine gelir beşer, insan derecesine yükselir, adım adım tırmanır kemâl merdiveninin basamaklarını…

Yolculuk, çiledir. Oluş ve varoluş (hiçleşerek kendini aşma, hakikati tatma) çilesi…

Film, Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ının anlam ve yol haritasını izler sayha sayha daha başlar başlamaz hikâyesini anlatmaya… (Barış Saydam enfes bir yazı yazmış bu bağlamda.)

DİLSİZ’İN DİLİ: RUHUN SESİ

Popüler sinema, özellikle de Hollywood, sinemanın düşmanıdır. Film değildir, siyasî teoloji’dir: Amerikan rüyasının propaganda ve ayartma makinası!

Film dilinin zaaflarını kullanarak sinemayı kurşuna dizer popüler sinema!

Film’in felsefenin bile ötesine geçme imkânlarını berhava eder!

O yüzden Tarkovsky savaş ilan eder Batılı olan her şeye, sinemasıyla!

Sinema Batılı değil mi, diye salakça bir soru sormayacağınızı tahmin ediyorum.

Müzik Batılı mi şimdi? Ya tiyatro? Dans?

Herhangi bir sanat formu, belli bir kültürel coğrafyanın, medeniyetin ürünü olabilir ama bütün medeniyetlerin aynı formu kullanma biçimleri, elbette ki, farklıdır, kendilerine özgüdür, özgündür yani.

Bütün medeniyetler, ödünç aldıkları bir formu, kendi normları (ruhları, anlam haritaları) çerçevesinde silbaştan dönüştürmekte ve yeniden üretmekte özgürdür.

O yüzden Afrika da film yapar, Latin Amerika da, Avrupa ülkeleri de.

Ama her biri kameraya kendi ruhköklerinden yansıyan ışıkla bakar ve aynı hikâyeyi son derece farklı şekillerde anlatır bize.

Murat Pay, Dilsiz’le Türk sinemasının dilini bulma yolculuğunda kilometre taşı olabilecek çapta çığır açan bir çalışma yaptı. Onun çabasını, Semih Kaplanoğlu ile Derviş Zaim’in arasında bir yere yerleştirebiliriz. Şöyle bir yer bu: Tarkovsky’nin filmleri, kapalıdır, çok soyutttur. Öğrencisi Paradjanov’un filmleri, daha şiirseldir ama daha açıktır: Hâl hikâyeleri anlatır: Katışıksız pathos hikâyeleri. Saf şiirdir bu. Ya da saf şiir budur.

Murat Pay, pathos yüklü (hüzün dolu) bir oluş hikâyesi anlatıyor. Hâl’in melâlini resmediyor…

Türk sineması adına umutlandım. Murat Pay kardeşimi kutluyor, sinemamıza soluk aldıracak nice oluş hikâyeleri anlatmasını diliyorum.

Filmi kaçırmayın, yoksa çok şey kaçırmış olursunuz!