“Edebiyatın İzinde Gündelik Hayat”

“Edebiyatın İzinde Gündelik Hayat”

Edebî olan ile ebedî olanın buluşup birlikte yol aldığı metinler, zamanın izini en yoğun şekilde t

Sıra geldi uçaklara
Liverpool ve Napoli son 16'da
Sakarya haberleri: Bahçesinde yetiştirdiği ürünlerle Afrikalıları suya…

Edebî olan ile ebedî olanın buluşup birlikte yol aldığı metinler, zamanın izini en yoğun şekilde taşıyan metinlerdir. Değişende değişmeyeni bulmak, sürekliğin akışına ya da kesintisine dair veri elde etmek için çoğu zaman elimizde sadece dinî ve edebî metinler ile sanat eserleri kalır.

Yeryüzündeki hayatın, mağara duvarlarındaki resimlerden modern resme, destanlardan romanlara, musikiden sinemaya izini sürmek, her yeni bilgiyi bir önceki bilgi ile eşleştirmek, hikayesini anlatan ve dolayısıyla devirden devire aktarabilen tek canlı olan insan için daima heyecan vericidir.

Hayatın hızı arttıkça tarihin büyük olayları kadar gündelik ve sıradan olanın izinin de peşine düşülür. 21.Yüzyılda edebi metinler üzerinden gündelik hayatın izini sürmek çok önemli. Çünkü içinde yaşadığımız, sorunlarını tasvir etmekte henüz yetersiz olduğumuz dijital kültürde insanı tecrübe hızla parantez içine alınıyor. İşte bu nedenle ikinci aydınlanma diye tabir edilen Dataizm’de gündelik olanın izini sürmek ince bir dikkat ve emek gerektiriyor.

Her türlü davranışın bir veri olarak rakamlaştığı Dataizm ideolojisinde, insanın neden öyle ya da böyle yaptığı, neyi nasıl yaptığı pek önemli kabul edilmiyor maalesef. Chris Anderson’a inanacak olursak umutsuzluktan ölmemiz gerekir. Şöyle diyor: “Linguistikten sosyolojiye, insan davranışına ilişkin teorilerin hepsi geçmişte kalmıştır. Taksonomiyi, ontolojiyi hatta psikolojiyi de unutun. İnsanların yaptıklarını niye yaptıklarını kim söyleyebilir ki? Yaparlar işte, biz de eşi görülmemiş bir hassaslıkla bunu saptayabilir ve ölçebiliriz. Yeterli veri toplandığı zaman bizzat sayılar dile gelir.”

(Aktaran, Byung-Chul Han, Pskopolitika sh.65-66)

Biz, yani gezegenin kalbi olanlar coğrafyasının vatandaşları, insanın biricik olma özelliğini sonuna kadar savunmak için “burada”yız. Biz her bir insanın acısının, kederinin, neşesinin, tecrübesinin dile gelmesi için “burada”yız.

“Burada olmak” için günü ve dünü edebî metin içinde muhafaza altına almak, edebiyatın içindeki gündelik hayatın izini takip etmek çok önemli. Gündelik hayatın içindeki kalpten kalbe iletişimin peşi sıra gitmek çok önemli. Gündelik hayatın içindeki ritim en çok da kadınlar için önemli. Teferruatı çeyiz edinip zihnin sandıklarında saklayan kadınlar için…

Üç akademisyen kadın Seval Şahin, Didem Ardalı ve Tülin Ural her yıl “Edebiyatın İzinde” üst başlığı altında Bağlam Yayınları’nın çatısı altında birbirinden güzel sempozyumlara ev sahipliği yapıyor. Bu sene “Edebiyatın İzinde”, gündelik hayatın renklerini derleyip topladı.

Akademisyenler, yazarlar ince bir dikkat ile edebi metinlerde gündelik hayatın izini sürdü. Bendeniz de 2004 yılında yayınlamış olduğum ilk romanım “Hiçbiryer” üzerinden gündelik hayatın ritmi üzerine bir konuşma yaptım. Bu konuşmayı yapmak için 15 yıl önce kaleme almış olduğum metne tekrar bakarken, metnin orada, yazarın elinden çıktıktan yıllar sonra, hayatın içinde kendine mahsus yeni imkanlar açmaya devam ettiğini gördüm. Bir zamanlar benim elimden çıkmış bir metne “Gündelik Hayat Felsefesi”nin kavramları eşliğinde bakarken, romanın ana kahramanı Şahin’in kalemime nasıl yerleştiğini fark ettim. Bu idrak anını 22 Kasım Cuma günü yapmış olduğum konuşmadan alıntılamak istiyorum. Böylece konuşmanın internet üzerinden yayınlanıp yayınlamayacağını soranlara –hayır, yayınlanmayacak bir yıl sonra bütün konuşmaların metni kitap olarak basılacak- tadımlık bir bölüm sunmuş olayım:

“Hiçbiryer romanını yazarken şunun farkındaydım, ben bu romanı, zamanın ve mekanın iç içe geçtiği bir ritim içinde kendi var oluşumun sancısını azaltmak için yazmaktaydım.

Hayatım boyunca Araf’ta kaldım. Siyasi olarak ve mekânsal olarak. “Nerelisin?” sorusuna pek kolay cevap veremedim. 1970’lerde taşra kökenli olduğunuzu adeta saklamak zorundaydınız. 1965’ten bu yana İstanbul’da yaşıyorum. Doğduğum yere yılda sadece bir iki haftalığına gittim.

Ama “Nerelisin?” dediklerinde, “İstanbulluyum” diyemezdim. Ama “Afyonluyum” dediğimde de Afyon’a dair bildiğim pek bir şey yoktu.

1979-1980 öğretim yılında Afyon’a göçtük. Bir yıl Afyon’da yaşadık. Lise son sınıfı Afyon Lisesi’nde okudum. Ben orada İstanbul’dan gelen kız idim. O sıra TRT ekranlarında Küçük Ağa dizi vardı. Çetin Tekindor ekranda İstanbul’dan gelen hoca idi, ben de okulda İstanbul’dan gelen kız idim.

“Orada” Afyonlu olmadığımı, olamayacağımı öğrendim. Çünkü Afyonlu olmak için Afyon’un “içinden” olmak gerekiyordu. Ben dışındandım. Dışından olduğuma göre dışta kalandım, eşikte bekletilen. Ben kimdim? KÖYLÜ. İstanbul’da köylü olmak Afyon’da köylü olmaktan daha kolay idi. Hele Afyon Lisesi’nde köylü olmak çok zor bir tecrübe idi. “İstanbul’dan gelen kız”, Afyon Lisesi’nde köylü olmayı nasıl tecrübe etmişti? Tecrübe etmişti, çünkü orada pansiyonda kalan, hali hazırda ailesi köyde yaşayan erkek öğrencilerin hayatına tanık oldum. Sınıfa dahil oldukları tek an matematik ya da kimya dersinden en yüksek notu aldıkları zamandı sadece. Şahin karakterini inşa ederken sınıfın arka sırasında oturan pansiyonlu çocuklardan belli ki çok istifade etmiştim. Çünkü Şahin de Afyon Lisesi’nde pansiyonda kalan öğrenci olarak çıktı metinde.”

Sonuç olarak hayatın izini “Edebiyatın izine” karıştıran üç değerli akademisyene huzurunuzda tekrar teşekkür etmek isterim. Çünkü “duyguların tarihi” için edebî metinlerin izini günden düne, dünden güne takip etmek çok önemli, çok değerli.