Gökhan Özcan: Canı olan sorular

Gökhan Özcan: Canı olan sorular

Yeni zamanlarda insanlar, diliyle aksini söyleyip dursalar da, hayatın sınırlarını beş duyuyla ulaştı

العراق.. عبد المهدي يعتزم تقديم استقالته إلى البرلمان
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve devlet erkanı Anıtkabir'de
Voting starts in Spain's repeat election, fragmented result expected

Yeni zamanlarda insanlar, diliyle aksini söyleyip dursalar da, hayatın sınırlarını beş duyuyla ulaştığı yerde noktalamayı bir zihinsel alışkanlık haline getirdiler. Modernliğin getirdiği yeni algı sınarlarına farklı şekillerde de olsa intibak eden inançlı gruplar için de bunun ötesinde bir şey söylemek giderek zorlaşıyor. Gündelik faaliyetlerin hemen hepsinin fizik dünyada olan bitenle sınırlı kaldığı bir yaşantının, en genel anlamıyla ‘inanç’ olarak nitelediğimiz şeyleri neresinde tuttuğunu, anlamlandırdığını ve yaşattığını pek fazla merak eden de yok. Kime sorsanız bir şeye, bir şeylere inandığını söylüyor oysa. Tanrı’ya inanmayanlar dahi böyle, onlar da tanrısızlığa inanıyor, yani Tanrı’sı olmayan bir hayata… Peki ama ‘inanan’ı bu kadar çok olan bu fizik dünyanın metafiziği nerede? Metafizik meraklardan, arayışlardan, yönelimlerden kendilerini bu kadar uzakta tutan bütün bu kalabalıklar, ‘inanç’ olarak benimsedikleri şeyleri hayatlarının neresinde saklıyor? Belki bu kadar keskin ifade etmemeli bu meseleyi. Aslında birçok metafizik unsur var hayatımızda. Ancak bu unsurlar, aramaya çıkılmış, tek tek tecrübe edilmiş, hissedilmiş değerler ortaya çıkmıyor. Bunlar bir tür metafizik konserve olarak fabrikadan halka üretilip dolabımıza konmuş, oradan açlığı yatıştırıcı abur cuburlar olarak soframıza gelen şeyler daha çok… Stilize edilmiş, kişileri zihinsel sancılanmalara sevketmeyecek, yormayacak, tablet halinde yutulan, iyi kötü haz da veren müsekkinler… Bizi hakikatimize götürecek yollar, bu uzun yoldan caydıracak seyyar satıcılarla dolu adeta… Hakikatten birkaç paket alıp, uzun yol meşakkatinden kurtulmuş olduğumuzu sanıyoruz muhtemelen. Meraksızlığın bu kadarı, merakın muhtemel bütün ‘büyük ikramiye’ beklentilerinin amortiden hallice hazırcevaplarla giderilmekte olmasıyla açıklanabilir ancak.

“Bütün düşüncelerimin güneşin etrafında dönen gezegenler gibi Tanrı’nın etrafında döndüğünü ve karşı konulmaz bir şekilde Tanrı’ya ilgi duyduğumu görüyorum. Eğer bu duyguya karşı çıkmaya çalışşaydım bunu en büyük günah olarak görürdüm” diye yazmış psikoloji ve psikiyatride yeni ufuklar açan Carl Gustav Jung.

Durup dururken aklımıza bir şey geliyor. Sebepsizce… Peki nereden geliyor? Bunu kendimize soruyoruz, aklımıza başka bir çok yeni soru geliyor? Muhtemel ki izini sürsek, bütün o sorulardan da yeni sorular türeyecek ve zihnimize üşüşecek. Nasıl olabiliyor bu? Az önce sebebini hiç bilemediğimiz bir şekilde aniden aklımıza düşen bir sorudan zihin uzayımızda sürekli genişleyen bir sorular gezegeni ortaya çıkıyor? Bir soru, zihnimizde bir çok yeni soruya kapı açıyorsa, demek içimizde muhtemel bütün ihtimallerden yeni sorular üreten bir mekanizma var. İyi ama zihnin yeni sorulara geçebilmesi için, o ilk soruya kendi içinde az ya da çok bir cevap bulabilmesi, anlamaya doğru küçük de olsa mesafeler alması gerekmez mi? Bu nasıl olabilir? İçimize düşen ve o ana kadar cevabını hiç düşünmemiş olduğumuz soru, cevaba dair bize o mesafeyi kazandıracak kazanımları nereden elde ediyor. Bu bir anlamda içimizde bir cevap mekanizması da olduğunu göstermez mi? Soru yoktu, var oldu. Cevap yoktu, birçok başka soruyla o da içimizde yeni ufuklar açtı ve biz anlama yolunda mesafe aldık. Bizler artık üstünde çok durmuyor olsak da, bunun insan hayatındaki en sihirli şeylerden biri olan ‘düşünme’ kabiliyetine dair bir hikaye olduğunu söyleyebiliriz. Bir an önce olmayan, bildiğimiz hiçbir tetikleyicisi olmadan zihnimize düşen bir soru, o sorudan bir ağacın filizlenip ulu bir ağaca dönmesine benzer şekilde varlık kazanan bir anlam evreni… Toprak, tohum, ağaç… Şimdi yeni bir

soru: Bu hikayenin

‘can’ı nereden?