Gökhan Özcan: Geri tepen sözler

Gökhan Özcan: Geri tepen sözler

Sözün bütün sokaklarına giriyoruz neredeyse, bir ucundan diğerine kadar gidiyoruz. Sonra bitiyor sokak, önüm&u

Traditional Ottoman desserts, sweets debut in Italy
Erdoğan says US not fulfilling Syria deal ahead of Trump talks
Türk ve Rus askerlerinin ​6'ncı ortak kara devriyesi tamamlandı

Sözün bütün sokaklarına giriyoruz neredeyse, bir ucundan diğerine kadar gidiyoruz. Sonra bitiyor sokak, önümüz duvar! Dönüyoruz, başka bir sokağına giriyoruz bu sefer. Bir yerden sonra yine duvar… Bu hep böyle sürüyor. Anlamın bir tür can çekişmesi şeklinde… Hayatın aşamadığımız çeperleri var, önümüze çıkıyor sanki her sokağın bir yerinde. Ve her sözün gidip gidip de artık gidemediği yerde… Neye yarar söz, nereye varır anlam, girdiğimiz bütün sokaklarının eninde sonunda çıkmazlarla kesildiği bir şehirde?

“Biliyor musun” dedi yürüyenlerden biri diğerine, “şehir bütün kalelerimi işgal edemesin diye ellerimi ceplerimden çıkarmıyorum bazen!”

Herkese yetecek kadar gökyüzü var hâlâ. Herkese yetecek kadar ağaç, kuş, çiçek… Kelebeklerin kanatlarında herkese yetecek kadar renk, biçim… Herkese kendini duyuracak kadar ses, çınlama, aks-i seda… Herkese değecek bakış… Herkesi doyuracak kadar ekmek, aş… Herkesi peşinde koşturacak kadar umut, herkesi umutlandıracak kadar hayal… Paylaştırsak herkese yetecek kadar şiir var dünyada, şarkı, masal… Herkesin heybesini dolduracak kadar hatıra… Her şeye yetecek kadar insan kalmadı sadece, az geliyor artık insan, hayata. Yetmiyor insanlığımız bu kadar çok hayatı bir uçtan bir uca yaşamaya!

“Gerçek dünyanın sınırları vardır, hayali dünya ise sonsuzdur; birini genişletemeyince öbürünü daraltırız, zira bizi mutsuz eden büyük sıkıntılar sadece onların arasındaki farktan doğar” diyor Fransız düşünür Jacques Derrida.

Deniz orada büyük, engin… Güneş yukarıda parıldıyor her zamanki parlaklığıyla. Etrafa bakıp her şey normal diyeceğiz canımız bu kadar acımasa. Acımız içimizi bu kadar kıvrandırmasa… İlk anın sıcaklığıyla farkında olmasak da, çırpınıyor, çırpındıkça anlıyoruz bize ne olduğunu zamanla. Biz hayatın kurşun zokasını yutmuşuz da, kancası batıyor acımasızca damağımıza.

Bir de şunu düşünün; her şeyin bir olup üstüne yürüdüğü bir anda geri tepen bir silah ne hisseder?

“Kalbimi de büyüttüm sonunda/ Artık bazen gözlerime tırmanıp bakıyor sokağa” diyor Didem Madak. Şiir bazen bir kamyon cümleyi nasıl da damıtıp özleştirebiliyor, söylenecek her şeyi nasıl da üç beş kelimenin içinde toplayabiliyor. Ama sonra, şiirin o üç beş kelimesini alıp hayatın içine koymak, yaşadığımız günlere sığdırabilmek nasıl da zorluyor insanı, nasıl da bela olabiliyor bir şiir bir insanın başına.

“Hiçbir şeyin sonunu getiremiyorum” diye sızlandı gözlüklü olan. “Belki de başında bütün gücünü tükettiğin içindir” dedi buna karşılık gözlüğü olmayan.

Daha içimizde bir tohumken alıp dünyaya çıkarmak gerekiyor belki hayatı. Sonra büyüyor, kökleşiyor, boy atıyor, serpiliyor, fidanken ağaca duruyor, hayatken hayat ağacı oluyor. O kadar büyüyor ki, onu tutup içimizden çıkarmak mümkün olmuyor. İçimizde, her yaşadığımız gün iç duvarlarımızı daha fazla zorlayan koca bir hayat ağacı varken, dışımız hayatsız, ağaçsız, çorak, gölgesiz kalıyor.

Güneşin yeryüzünü yakıp kavurduğu vakitte herkese mana şemsiyeleri dağıtan insanlar da var.

“İçini içine sığdıramıyorsan” dedi meczup, “hiçbir şeyi dışarıda bırakmayana sığın!”