Gökhan Özcan: Müebbet mahkûmiyet

Gökhan Özcan: Müebbet mahkûmiyet

Uzun süre kendinden bahseden insanların sözleri bir tür kendini kutsamaya dönüşüyor giderek. Bu kendine kı

متحدث العدالة والتنمية التركي يدين الهجمات الإسرائيلية على غزة
Söyüncü shines as Leicester back in 3rd after 2-0 win at Palace
ليفربول يتوج بكأس العالم للأندية للمرة الأولى في تاريخه

Uzun süre kendinden bahseden insanların sözleri bir tür kendini kutsamaya dönüşüyor giderek. Bu kendine kıyamamakla, kendini savunmaya geçmekle ilgili bir şey değil çoğu kere. İnsanın konuşa konuşa kendi sözlerinden zehirlenmeye başlaması gibi bir şey daha çok. Kurulan her cümleyle temkin elden bırakılıyor yavaş yavaş sanki. Sonrasında, adım adım kendine dair bir sarhoşluğa kapılıp gidiveriyor kişi… Aynı şiddette değilse de, hepimiz yakalanıyoruz zaman zaman şuurumuzun bu türden sisli havalarına. Gerçek, kendi ellerimizle boyadığımız parlak, ışıltılı, yenilmez yanılmaz bir imaja dönüşüyor böyle zamanlarda ve çok fazla düşünmeden giyiveriyoruz onu üstümüze. İnsanın, kendi gerçeğinden uzaklaşması en tehlikeli şeylerden biri… Aynada kendi aslî yüzü yerine, kusurlarından arındırılmış makyajlı bir suret görmeye başlaması ve zamanla buna alışması… Yalanın, gerçeği hayatımızdaki yerinden alaşağı etmesi… Bu insanın, bu zamanda kaybedeceği en büyük meydan savaşı olabilir. Kaybedince, bir daha bulamayabiliriz hiç kendimizi. Kıyıda köşede kendini saklayan şeyleri arayıp bulabilirsiniz. Ama bir şey, kendini aşikarın içinde gizleyebiliyorsa, onu bulmak o kadar kolay değil…

“Her erdem kendinden vazgeçerek tamamlanır. Meyvenin son tatlılığının gözü yeşermededir. Sözler gerçek güzelliklerini güzelliğe boş verince kazanır; kişi hiç bir zaman kendini unuttuğu sıradaki kadar göstermez varlığını. Kendini düşünen kendini engeller. Hiçbir zaman, güzel olduğunu unuttuğu zamanki kadar hayran kalmam güzelliğe. En taşkın çizgi en çok boyun eğmiş çizgidir aynı zamanda” diyor Andre Gide, ‘Yeni Nimetler’de.

Sanıyoruz ki sevmek, bir şeyleri kendimizde toplayabildiğimizde ortaya çıkan bir şeydir. Öyle değil ama; o bir tür toplayıcılık, bencilce bir sahip olma, en çoğunu kendinde biriktirme ihtirası aslında. Sevmek, kendinde hiç kalmadan kendini sevdiğine katabilmek, hiç yabancılık hissetmeden, her türlü tedbiri terk ederek orada kaybolabilmek demek… Geride kalan, toplanıp sevgilinin varlığına taşınmaktan imtina eden her bir parça, her bir varlık kırıntısı, yanı sevmenin önüne çıkan her bir benlik vehmi, sevgiyi kendi miktarınca eksik bırakır.

“Özgürlük mü? Neye yarar özgürlük?” diye soruyor ‘Anna Karenina’da Lev Nikolayeviç Tolstoy. Ve şöyle devam ediyor: “Sevmektir mutluluk. Onun istediği şeyleri istemek, onun düşündüğü şeyleri düşünmektir mutluluk. Özgürlüğün olmamasıdır yani!”

Özgürlüğü hiç bulamayacağı bir yerde aramakla, kendi hakkında müebbet bir mahkûmiyet kararı vermiş olmuyor mu insan?

Uzun bir yola çıkmak için kısa kalıyor adımlarımız. Kısa bir ömre uzun geliyor cümlelerimiz. Büyük gerçekler karşısında küçücük kalıyoruz. Küçük ayrıntıları yaşayamayacak kadar büyüdü gövdelerimiz. Durmadan derinlik peşinde olduğumuzu söylesek de, sığ sularda boğulmaktan zor kurtuluyoruz aslında. Her yere irili ufaklı rengarenk kalp resimleri çiziyoruz, kalpsizliğin her yeri işgal ettiği şu kaskatı zamanlarda. Ne kendinde olabilen ne kendinden gidebilen bir donup kalmışlıkla eskiyip gidiyoruz.

Bir de şunu düşünün; içinden geçirdiği güzelliklere, hayatında bir yer bulamayan insan ne hisseder?

“Kalbin zaten en başta bildiği hakikati ifade etmek için” dedi beyaz saçlı adam, “bir ömür lafı dolandırıyor lisan!”