Sultan V. Murat saltanatın yükünü çekemedi. İmparatorluğun birikmiş sorunları altında ezildi ve do
Sultan V. Murat saltanatın yükünü çekemedi. İmparatorluğun birikmiş sorunları altında ezildi ve doksan üç günde dengesini kaybetti. Tecennün etti. Sıra şehzade II. Abdülhamid’te olmasına rağmen, şartlar oluşmadan sultan olması mümkün değildi. Bu yüzden bir takım pazarlıklara girişti. Hayatın içinde yaşıyordu. Halkı tanıyor, siyasi mahfillerin taleplerini biliyordu. Nitekim elimizde kaynak olmasa da, tevatür haberlere göre; Maslak Köşkü’nde Yeni Osmanlılar ile yaptığı görüşmelerde, Kanun-i Esasi’yi yani ilk Osmanlı Anayasası’nı ilan edeceğini taahhüt ederek tahta geçti. Tahta geçmesinin akabinde hemen çalışmaları başlattı. Kısa zamanda bir çok anayasa taslağı hazırlandı. Sonunda başkanlığını Midhat Paşa’nın yaptığı ve içinde devrin uleması, paşası ve fikir adamlarının yer aldığı özel komisyonun hazırladığı anayasa taslağı saraya takdim edildi.
Kim ne derse desin, bir kaç ay gibi kısa bir zamanda pek çok ırk, din, mezhep ve dili içinde barındıran bir imparatorluk için hazırlanan anayasa taslağı oldukça başarılıydı. Yürürlüğe girmesi için sarayın onayına sunuldu. Nefesler tutuldu sanki hiç bitmeyecek bir bekleyiş başladı. Saray anayasayı ilan edecek miydi?
Sultan II. Abdülhamid bu taslağı çok güvendiği danışmanlarına havale etti. Askeri okullar Nazırı Süleyman Paşa, hiç bir siyasi mahfile bağlı olmayan Mabeyn Başkatibi Küçük Said Paşa ve Osmanlı’nın İngiltere’ye eğitim için gönderdiği ilk kişi olan Eğinli Said Paşa taslak üzerinde çalıştılar. Hepsi de işinin ehli idiler. Daha önce anayasaları olmasa bile böyle bir metnin inceleyecek kabiliyete sahip oldukları kadar, Batı anayasalarından da haberdar idiler. Hazırladıkları müşterek raporlarında; özellikle Padişah’ın sorumluluğu, devletin dini ve dili üzerinde uzun yorumlarda bulundular.
Burada onlardan söz etmeyeceğim. Ama Eğinli Said Paşa’nın Anayasa’nın daha doğrusu Yeni Osmanlıların hedeflerini tespit eden hükümet-i avam= cumhuriyet ifadelerinden hareketle bir değerlendirmede bulunacağım: Anayasa’daki bazı maddelerden hareketle, taleplerin anayasal meşrutiyeti aşıp, cumhuriyete gideceğini söylüyordu Eğinli Said Paşa. Haklıydı da. Zira Tanzimat’tan önce başlayan ve sonrasında gelişen anlayışlar, koca imparatorluğu mevcut sistemle taşımanın imkansızlığını ortaya koyuyordu. Birçok şey denenmiş, geriye sadece anayasal monarşi kalmıştı. Ondan sora zaten sıra cumhuriyete gelecekti.
Sultan Abdülhamid de meselenin farkındaydı. Komisyonun öngördüğü ve büyük tartışmalara sebep olan bazı değişiklikleri yaptırdıktan sonra Anayasa’nın yürürlüğe konulmasını istediği iradesindeki ifadelerinde; zamanın ruhuna vurgu yapmıştı. II. Abdülhamid Tanzimat’ı ilan eden Abdülmecid’i “muhyi-i devlet” (devleti ayağa kaldıran kişi) olarak ilan ederek, “kendi zamanının şartları uygun olsaydı” anayasayı onun ilan edeceğini söylüyordu. Yani bir bakıma paşaların korkusuna da cevap veriyordu Abdülhamid. Henüz cumhuriyetin zamanı değildi.
İlk anayasa, uzun süre yürürlükte kalmasa da, tıpkı Tanzimat’ın ruhu gibi her şeye sinmişti. II. Abdülhamid devleti II. Mahmud’a benzer bir şekilde yönetirken, bir şeye dikkat ediyordu. Şuray-i Devleti, yani Danıştay’ı bir yasama meclisi gibi kullanıp her şey için kanun çıkartıyordu. Kanunları yayımlarken de altına “meclis açıldığında kanunlaştırılmak üzere geçici kanun” ibaresini koydurtmayı ihmal etmiyordu.
Ve nihayet eski anayasa küçük rötuşlar ile 1908 yılında ilan edildiğinde; saltanatla ne kadar sorunları olursa olsun, dönemin kadroları da yine anayasal monarşiye devam ediyordu. Ancak bir farkla, sultanın yetkileri büyük ölçüde kırpılmış, meclis yani yasama ve yürütme öne çıkmıştı. Anlaşılan imparatorluğun ellerinde tasfiye olduğu ittihatçılar da zamanın gelmediğini düşünmüşlerdi.
Rejim değişikliği kolay bir şey değildi. Hele altı asırdır yaşayan ve binlerce yıllık geleneği olan bir sistemi dönüştürmek asla kolay değildi. Bu yüzden bu riski kimse göze alamadı. Diğer yandan, Tanzimat’tan beri yaşananlar, yapılan düzenlemeler, yönetenler ile yönetilenler arasında aracı olan basının gelişmesi, en küçük mülki birimden en üst birimlere kadar meclislerin oluşması, saray komisyonunun söylediği avam hükümetini hazırlıyordu.
Elbette, hiçbir umudun kalmadığı bir devirde harekete geçen Müdafaa-i hukuk cemiyetleri ve bu gayretleri Erzurum’da, Sivas’ta bütünleştirerek Ankara’ya taşıyan Mustafa Kemal ve Milli Mücadele önderlerinin gayretleri Cumhuriyete giden yolu açmıştır. Ancak Cumhuriyet, Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’nden sonra Müfid Bey’e aldırdığı iddia edilen notlardan doğmamıştır. Cumhuriyet bir birikimin, bir sürecin ürünüdür. Bu yüzden 96 yıldır tartışmasız varlığını sürdürmektedir.
Son yüz yılda dünya tarihinde meydana gelen en büyük hadise bir imparatorluğun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşudur. Maalesef bu sonucu beklemeyen dünya, bunu hala hazmedememiştir. Yüzüncü yılına yaklaşan Cumhuriyetimizin her taraftan tehdit alması, saldırıya uğraması bundandır. Kuşkusuz, Türk milleti olarak 96 yılda pek çok değerimizi korurken, pek çok kayıplarımız da olmuştur. Artık koruyabildiklerimizi ve kayıplarımızı bir kere daha masaya koyup muhasebe etme; milli birlik ve beraberliğimizi sürdürme kararlılığımızı pekiştirip 100. yılımıza hazırlanma zamanıdır.
Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere; Milli Mücadele ve Cumhuriyet önderlerinin ruhu şad olsun.
Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun.