Soğuktu. Aslında soğuk değildi ama bu anlatacaklarımı anlatmak için “soğuktu” kelimesinin bana i
Soğuktu. Aslında soğuk değildi ama bu anlatacaklarımı anlatmak için “soğuktu” kelimesinin bana iyi bir giriş cümlesi sağlayabileceğini düşündüğüm için öyle başladım.
Soğuktu. Aslında soğuk değildi ama bu anlatacaklarımı “soğuktu” kelimesinden daha iyi ifade edebilecek bir kelime bulamadım.
Hemingway’den ödünç alarak şöyle de başlayabilirdim anlatmaya: “Bir çift bebek ayakkabısı, hiç kullanılmamış.”
Soğuktu. Sokağın köşesinden odasının ışığını seyrediyordum. Henüz gözlerinin içine hiç bakmamıştım. Gözlerinin içine bakarsam, gözlerindeki neyse onun ışığı söndüreceğini, öldüreceğini hesap ediyordum.
Soğuktu. Her gece, gözlerinde aramadığım o ışığı odasının ışığında bulmaya çalışarak avutuyordum kendimi.
“Bir çift bebek ayakkabısı, hiç kullanılmamış” derken yakalıyordum kendimi sürekli. “Düzensiz atan bir kalp, hiç girilmemiş” diyordum bazen de. Kalbim düzensiz, hayatım düzensiz, gecem-gündüzüm düzensizdi. Sadece o odada, o solgun ışıkta bir düzen buluyordum. Işık beni kendimden kaçırıp yine kendime getiren bir yolculuk vadediyordu.
Soğuktu. Cesaretim yoktu ısınmaya. Cesaretim yoktu gözlerinin tam içine bakmaya. Dikine tuhaftı her şey.
“Olacak işi değil bu” diyerek akıl verenim yoktu çünkü kimsenin haberi yoktu o odanın o ışığını izlediğimden. Olacak iş de değildi zaten. Hatta belki denebilir ki olması için içimde bir arzu, bir istek de yoktu.
Soğuktu. Işığı mı seviyordum, ışığın sahibini mi bilmiyordum. Aslında biliyordum da sizi biraz daha meraklandırmak için söyledim bunu sadece. Tabii ki ışığı seviyordum.
Hayır hayır. İmkânsız bir aşk hikâyesi değildi benimkisi. Işığa âşık olmanın nesi imkânsız olsun ki hem.
Işığa aşık olduğunuzda ışığın size aşık olup olmamasıyla ilgilenmezsiniz. Şu da var: Işık sizi yarı yolda bırakmaz, hayatınızı tarumar etmez, bir kalbin girilmemiş yerlerine girmek için uğraşmaz, eline bir tornavida alıp karıştırmaz kalbinizi.
Ne diyordum ben? “Soğuktu”, diyordum. “Bir çift bebek ayakkabısı, hiç kullanılmamış” diyordum. Öksürük şuruplarıyla düzenlemeye çalışıyordum göğsümde birikenleri. Işık, öksürük şurubunun kendisi miydi yoksa? Hani şu odada yanan solgun ışık… Bir yokuştan yukarı çıkarken kurulmuş bir evin giriş katının sağındaki dairenin sol penceresindeki ışık.
Hayır. Sayıklamıyorum. Yaşlandım sadece. Yaşlandıkça, bütün güzelliklerin toplamı yani ışık ardımda, uzakta, geçmişte kalıyor. Hepsi budur.
Hepsi bu değildir elbette ama hepsinin bu olduğuna ikna etmeye çalışıyorum kendimi. O odada, o ayakkabı satıcısı ilanında, o köşede hayatımla ilgili her çözülmemiş sırrı çözebileceğimi hayal ederek tüketiyorum ömrümü.
Çözemeyeceğim. Benim için üzülme. Kimse çözemeyecek. Bir üzgünlük olarak, bir kocaman soru işareti olarak ölecek herkes.
Benimkisi, geride görülmemiş ışık kalmasın isteği.
“Bir odadan sızan ışık, daha önce hiç görülmemiş.”