“Hangisi oğlum, göster bana uzaktan.” Hayri abi, hayatının kendisine sorulmuş bu soruyla değişeceğ
“Hangisi oğlum, göster bana uzaktan.”
Hayri abi, hayatının kendisine sorulmuş bu soruyla değişeceğini bilseydi cevaplamazdı asla. Bilemedi. Herkesi kendisi gibi sanmak bir yana, dostum dediği adama ölümüne güvenmek gibi de bir huyu vardı. Huyu batsın.
Çok güzel âşık oldu Hayri abi. Tertemiz, mis gibi âşık oldu. Eh, 80’lerin Ankara’sında kara kavruk bir Keskinli olarak âşık olmanın tek bir yolu vardı: Uzaktan sevmek.
Kızın evinin nerede olduğunu öğrenip fabrikadan arta kalan vakitlerde geceler, gündüzler boyu sokağında bekledi. 3 katlı apartmana girip çıkanların şeceresini çıkardı ki Allah muhafaza
yengemize dolanan molanan olursa gereğini yapsın yani.
“Şart olsun çalıştırmam. Fabrika işi zor… Çalıştırmam ben o kızı. Gerekirse çift vardiya çalışır evime ekmeği getiririm” dedi kahvede arkadaşlarına. Daha yakın arkadaşlarına “çok güzel la, vallaha çok güzel, Hacı Daşan emminin Allı Turna türküsü gibi güzel” dedi. Bu dünyadaki en yakın dostuna, Süleyman’a ise “bacanak, ben o kızı alamazsam beni listeden düş, öldü say beni” diye sızlandı.
Hayri abi ile Süleyman niye arkadaşlardı anlamazdım. “Bu dünyada birbirine benzememe konusunda kimleri örnek gösterirsin” deseniz bana aha bu ikisini gösterirdim. Hayri abi ne kadar cesursa Süleyman o kadar korkak. Hayri abi ne kadar dürüstse Süleyman o kadar düzenbaz.
Adıyla sanıyla “Fırıldak Süleyman” derlerdi bir kere Süleyman’a. Baba parası yer, bir gün “asıl iş emlakçılıkta oğlum, para orda” diye anlatır, ertesi gün “al-sat yapacan. Ucuza araba düşürüp iki makyajla voliyi vuracan” diye sıralardı. Hayalini kurduğu hiçbir işin ucundan tuttuğunu gören yoktu.
Anasıyla oturduğu iki göz kondunun açık penceresinden her gece yükselen Tüdanya, Bergen, Müslüm şarkılarından anladık ki Hayri abi bu meselede ciddi, hem de çok ciddi.
İşte Süleyman, o soruyu bence bu ciddiyet yüzünden sormuştur: “Hangisi oğlum, göster bana uzaktan.”
O gün bizim tayfayla hep buluştuğumuz bakkalın önüne doğru yürürken önümden çakarlarını bağırta bağırta bir ambulans geçti. Arkasından da bir polis arabası…
“Öyleyse hak etmiş lan…” derken buldum bizim Murat’ı.
Hayri abi, Süleyman’ı bakkalın önünde görür görmez Allah ne verdiyse girişmiş. Bildiğin kapatmış yani. Süleyman ne olduğunu anlamadan yıkılmış tabii yere. Öyle yalandan değil ha, gavura vurur gibi vurmuş Hayri abi. Hırsını alamamış, epeyce tekmelemiş de Süleyman’ı millet gelip ayırana kadar.
“Lan oğlum, iyi de, niye dövsün ki Hayri abi Süleyman abiyi?” diye sorunca yine dalga geçti tabii benimle Bülent: “Lan kolej bebesi, senin dünyadan haberin yok tabii.”
O fabrikada çalışan kız yok mu, hani Hayri abinin aşık olduğu… Var. Tamam. Şimdi benim anladığım bu Süleyman, güya Hayri abinin işini konuşmak için kesmiş kızın yolunu. Eee. Eeesi, bu Süleyman dangalağı kızı görür görmez abayı yakmış. Olur mu lan öyle şey. Tamam fırıldak mırıldak ama olmaz lan. Gardaş vallaha diyom la. Kıza kendisi teklif etmiş. Suyun akarını kendine çevirmiş yani. Bu böyle 3-4 ay Hayri abiyi idare etmiş. “Bacanak o iş tamam gibi, bacanak sizi yakın zamanda eveririz” falan fıstık. Bilmiyon mu işte fırıldaklığını? Olm amma uzattın. Uzatmadım la. Az dinle. Hayri abi de bu fırıldaktan aldığı cesaretle kızın yolunu çevirmiş ellaam. Kız da buna “yürü git lan, Süleyman’a söylerim senin bacaklarını kırar. Sözlendik biz” deyince…
Hayri abiyi sabah bıraktılar karakoldan. Süleyman da bir haftaya çıktı hastaneden.
Bir daha yüzüne bakan olmadı mahallede Süleyman denen fırıldağın. Zaten birkaç aya kalmadı taşınıp gittiler. Emine teyzenin anlattığına göre babası almamış o kızı ona. “Gidinin eniği” diyerekten kızarmış hem önü hem ardı sıra.
Hayri abi mi? Anası ölünce o da taşındı mahalleden. Evlenmiş tabii, çoluk çocuğa karışmış. Mamak’ta oturuyormuş. Hala Müslüm dinliyor, hala Ankaragücü maçlarına gidiyormuş.