Kuala Lumpur Zirvesi’nin ortaya koyduğu sorular ve gerçekler

“Milli Egemenliğe Erişimde Kalkınmanın Rolü” temasının ana başlık olarak işlendiği

YPG/PKK terror tunnels found in Syria's Ras Al-Ayn
BM gelecek için eğitim diyor
700 طفل يبيتون في شوارع باريس

“Milli Egemenliğe Erişimde Kalkınmanın Rolü” temasının ana başlık olarak işlendiği Kuala Lumpur Zirvesi üç gündür Malezya’nın ev sahipliğinde devam ediyor. Malezya, Türkiye, İran ve Katar’ın Devlet başkanları düzeyinde katıldığı Zirve’ye 18 ayrı ülke de farklı düzeylerde resmi katılım gösterirken yine İslam dünyasının her yerinden toplam 450 Müslüman düşünür, akademisyen, alim ve kanaat önderi de katılıyor.

Özellikle önde gelen kanaat önderleri düzeyindeki bu katılımın Zirveyi daha önemli kıldığını söylemek gerekiyor. Önceden Zirve’ye en üst düzeyde katılacağı bildirilen Pakistan ve Endonezya’nın son anda özellikle Suudi Arabistan’ın baskısıyla geri çekilmeleri Zirve’ye damgasını vuran konulardan biri olsa da, aydın ve kanaat önderlerinin katılımıyla birlikte bu gelişme İslam dünyasının içinde bulunduğu duruma dair genel görüşleri teyit eden bir durum oluşturdu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Zirve’nin arayışını bugünkü dünyada Müslümanların sahip oldukları onca imkana, zenginliğe, kültürel ve coğrafi avantaja rağmen nasıl bu kadar geri kalabildikleri sorusu etrafında formüle etti. 19. yüzyıldan beri İslam dünyasının üzerinde asılı duran bu hayati soruya şimdiye kadar, ne yazık ki, bu düzeyde bir cevap arayan çıkmıyordu. Birçok sebebinin yanı sıra elbette en önemli sebebi Müslüman dünyanın bağımsızlığıyla ilgilidir. 1. Dünya Savaşından sonra sömürge şartlarına maruz kalan İslam dünyasının bu sorunun peşine düşmek gibi bir mezuniyeti yoktu zaten. Bilakis bütün siyasi sistemler Müslümanların bu durumda kalışlarını süreklileştirmek üzere tesis edilmişti.

Oysa bugün İslam dünyasını esir alan sömürgeci ülkelerden ziyade bizzat kendi yöneticileri. Ne yazık ki, dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan Müslüman dünya kendi içinde birlik oluşturamadığı için ekonomide dünyadaki ağırlığı onda birden, siyasi güç dengeleri içinde ise ellide birden bile daha düşük. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında dikkat çektiği gibi, bugün en zengin İslam ülkesi ile en yoksulu arasındaki gelir farkı 200 katı aşmış durumda. Küresel petrol rezervlerinin yüzde 59’una, doğal gaz rezervlerinin ise yüzde 58’ine sahip İslam ülkelerinde 350 milyon Müslüman aşırı yoksulluk şartlarında hayatta kalma mücadelesi vermektedir.

Dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan Müslümanların küresel sağlık harcamalarındaki payı ise sadece yüzde 4. Dünya genelinde okuryazarlık oranı yüzde 82,5 iken bu oran İslam dünyasında yüzde 70 civarında seyrediyor.

Şu an dünya genelinde yaşanan çatışmalarda ölenlerin yüzde 94’ünü Müslümanlar oluşturuyor, çünkü dünyada satılan bütün silahların üçte birini Müslüman ülkeler satın alıyor ve bu silahları genellikle birbirlerine karşı kullanıyorlar.

Bütün bu sorunlar bugün Müslüman dünyanın geri kalmışlığının resmini oluşturuyor ve bu resmin en büyük sebebi artık Müslüman olmayanlar değil, maalesef bizzat Müslüman dünyanın kendi aktörleri, yöneticileri. Bugün İslam dünyasının mustarip olduğu en acil sorunlardan biri olan göç ve mültecilik sorununun en önemli sorumlusu SA, İran ve BAE’dir. Bir bakın, İslam dünyasında göç üreten coğrafyalara, bu göçleri yaratan nedenlere. Hepsinde bu üç ülkenin dahlini birinci derecede görürüz. Müslüman dünyanın istikrarsızlaşmasında, İslam dünyasında fikir ve düşünce özgürlüklerinin yokluğu, en temel insan haklarının sistematik olarak ihlali gibi konularda yine bu ülkeleri ön safta görüyoruz. Hal böyle olunca aslında sorumluları dışarıda aramaya da gerek kalmıyor.

Bu sorunlara her düzeyde çözüm bulmaya çalışmak gerekiyor. Ama önce bu sorunları sorun olarak kabul etmek gerekiyor. Bunları sorun olarak kabul eden ülkeler arasında başlatılacak bir diyalog ortamı önceliğini gerçekten samimi olarak Müslüman dünyanın neden bu halde olduğu sorusunun cevabına vermeli.

Kuala Lumpur zirvesi bu samimi girişimlerden birisi olarak başladı. Türkiye Malezya’nın bu girişimine samimi olarak cevap verirken hiçbir şekilde bunu birilerinin aleyhine olarak düşünmedi. Aksine bu girişim beş yıl önce başladığında Türkiye zaten İslam İşbirliği Örgütünün dönem başkanı olduğu halde bu girişimi kendisine karşı bir alternatif arayışı olarak görmedi, katılım gösterdi. Samimiyet mütevazi olmayı da gerektiriyor. Hayırlı bir çağrıya cevap vermekten kimsenin büyüklüğü zedelenmez. Bu tür çalışmalara kibir yapanlar ise tarihin karşısında da ümmetin karşısında da küçülürler.

SA, davet edildiği Kuala Lumpur Zirvesi’ne katılmak yerine benzersiz ve olağanüstü bir diplomatik eforu, bu Zirve’yi baltalamak için harcayarak tarihe ibretlik bir sayfa daha yazmış oldu. Gösterdiği bu negatif çabayı Hindistan’a karşı sergilese Keşmir sorunu, İsrail’e karşı sergilese Filistin sorunu, Myanmar’a karşı sergilese Arakan sorunu çözülürdü hani.

Dönem başkanlığını yürüttüğü İİT’ye alternatif oluşturma çabası olarak değerlendirdiği Zirve’yi baltalamak için Pakistan ve Endonezya’yı tehdit ederek Zirve’den çekilmeye ikna ederek ne sağlamış oldu acaba?

Kendisine karşı asıl böylece bir alternatif arayışı ihtiyacını göstermiş olmadı mı? Aynı zamanda böyle bir alternatif arayışını da haklılaştırıp hızlandırmış olmadı mı? Müslümanların artık malum olan ve Zirve’de de ifade edilmiş olan sorunlarının farkında mıdır? Bu sorunlara yönelik bir çözüm programı var mıdır? Mesela Müslüman dünya içinde, yüklendiği liderlik iddiasına uygun olarak bir birlik, bütünlük ve dayanışma için planı ve programı var mıdır? Y

oksa kendi liderlik iddiasını Müslüman dünya içinde bu tür entrikalarla, hizipleşmelerle, ümmet içinde kamplaşmalarla mı yürütecek? Bu sorular kaçınılmaz olarak artık daha yüksek sesle sorulacak.