Mandıra filozofluğu savaşa karşı…

Mandıra filozofluğu savaşa karşı…

Türkiye’nin “Barış Pınarı” harekâtı devâm ederken, gerek dışarıda gerek i&c

Antalya haberleri: Girdikleri bahçeden 30 bin TL değerinde 10 bin…
İstanbul'da 53 kişi gıda zehirlenmesi şüphesiyle tedavi edildi
السعودية تعفو عن العسكريين المدعى عليهم المشاركين بحرب اليمن

Türkiye’nin “Barış Pınarı” harekâtı devâm ederken, gerek dışarıda gerek içeride hararetli tartışmalara şâhit oluyoruz. Dünyâ kamuoyu, ağırlıklı olarak Türkiye karşıtı hislerin, hattâ Türkiye husûmetinin tesiri altında. Bâzı çevreler bununla mücâdele edilmesi gerektiğini yazıp söylüyorlar. Evet, bence de elden gelen yapılmalı; korakor bir mücadele verilmeli.. Ama kendi nâm ve hesâbıma, bunun çok da işe yarayacağını düşünmüyorum. Her neyse.. Benim daha çok dikkâtimi çeken husus, içeride bâzı çevrelerin sosyal medya mecrâlarında “savaş karşıtlığı” üzerinden yürüttüğü propagandalar. Popüler kültürün figürleri de kendi içlerinde bölünmüş vaziyette. Bir kısmı millî hislerle harekâta destek veriyor; bâzıları da “savaş karşıtlığı” bayrağını yükseltiyor.

Savaşsız bir dünyâ özlemine dâir ne söylenebilir ki? Bu uğurda yürütülmüş parlak, hattâ hayranlık verici kampanyalar olduğunu biliyoruz. Mahatma Gandhi veyâ Rosa Luxemburg’un savaş karşıtı kampanyalarına, biraz vicdânı olan kim îtirâz edebilir? Bu kampanyalar Soğuk Savaş dönemindeki dehşet dengesi düşünüldüğünde bir derinlik ve ağırlığa sâhipti. Ama aynı dönem sömürgeciliğin tasfiyesi ile de çakışıyordu. Zaman içinde “haklı” ve “haksız” savaş arasında bir ayırım yerleşmeye başladı. Savaş karşıtlığı da bundan nasibini aldı. Haklı bulunan savaşlar kutsandı, haksız savaşlar ise lânetlendi. Amerikan ordusu haksız, Vietkong ordusu ise haklı bir savaşı yürütüyordu. İsrâil ordusu haksız, FKÖ haklıydı. Batista bir hâin, Castro veyâ Che ise bir kahramandı. Belki de öyleydi.. Ama bu ayırımın pratik neticesi, savaş karşıtlığı ilkesinin aşınması oldu. İlkeleri en başta, değer bölünmeleri ve bunun beslediği istisnâlar aşındırır. “Savaşa karşıyım; ama bâzı savaşları bundan ayrı ve meşrû görüyorum” denildiği anda, savaş karşıtı olmanın ilkesel zemini de ortadan kalkmış olur. Meşrûiyet zihinlerde üretilebilen bir şeydir. En meşrû şeyi bile gayrımeşrû, en gayrımeşrû bir şeyi de meşrû göstermek mümkündür. Dahası da var; bu ayırımlar zaman içinde bunu yapanları da içinden çıkılmaz çelişkilere sürükler. Çetin Altan, Vietnam Ağıtı başlıklı şiirinde eli silâhlı Vietnamlı çocukları yüceltiyordu. Silâhlı Vietkong çocuklarının fotografları kahramanlık belgeleri olarak görülüyor, devrimci derneklerin duvarlarında boy gösteriyordu. Süreç karşımıza Afrika’da eli silahlı çocuk askerleri çıkarınca dehşete düştük. Hâlbuki Vietkong çocuklarıyla Afrikalı çocuk askerler arasında ne fark vardı ki? Benzer olarak Yaser Arafat İsrâil askerlerinin karşısına sürdüğü çocuklar için “Benim Küçük Generallerim” diyordu. Hiç kimsenin sesi çıkmıyor, hattâ bu kepâzeliği alkışlayanlar oluyordu. PKK çocukları kullandığı zaman ise aynı çevreler kıyâmeti koparıyordu.

Pekiyi; her şeye rağmen ilkeli bir savaş karşıtlığını sürdürmek mümkün değil midir? İlke pratik bekler. Bir şeye karşı olmakla, bir şeye karşı çıkmak arasında fark var. İlki basit olarak bir pozisyon ortaya koyar. Diğeri ise o pozisyon üzerinden bir eylemeler dizisini. Bugünün kültüründe “îtirâz” tamâmen, basit olumsuzlamalara dayanır ve ağırlıklı olarak pozisyoneldir. Yakın zamanda ikincisini seyrettiğim Mandıra Filozofu filminde olduğu gibi. Tam bir Beyaz Yaka işi. “Karşıyım” deyip sıyrılmak… Kurgusundan, oyunculuğuna kadar kısır bir sinema. Çünkü dayandığı fikir kısır. Karşı olmak; yâni bir nevi “konum atmak”….

Gâliba şunu göremedik: Evet, savaş târihin en kirli yüzüdür. Modern savaşlar ise bu kirlere kalın tabakalar eklemiştir.. Ebedi Barış yerine Ebedi Savaş… Görüp gördüğümüz bu. Ama modern dünyâda savaşın kirli yüzünü katranlayan, bugün literatüre asimetrik savaş olarak giren unsurlardır. Kâğıt üzerinde, söylemde sömürüye, zulme karşı çıkan, ama bu “kutlu” savaşlarını başarmak için en pis yollara sapan ve buralardan beslenen sayısız “kurtuluş örgütü”.. Tek değişim, güzellemelerle alâkalı.. Artık, içinde lâğımlar akan bu hareketler haklılık üzerinden değil, karanlık dinciliklere karşı çıkan paganlıklarıyla, sözüm ona kadına verdikleri “değer, yine sözüm ona çevreye gösterdikleri hassasiyetle güzelleniyorlar. Çevre filozofu Murray Bookchin’in kızı Debbie Bookchin babasının mirâsına sâhip çıkıyor. Hanımefendi Rojawa’ya gitmiş. PKK’lılarla temâs etmiş. Amerika’nın Sesi’ne konuşuyor. PKK’yı öve öve bitiremiyor. Hareketin uygarlığa öncülük yapan son derecede ilerici bir hareket olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyor. Silâhları görmüyor. Örgütte tecâvüze uğrayan kızlardan bihâber. Örgüt içi infazlardan haberi yok.. Çocukları dağa kaldırılmış Diyarbakır annelerini duymamış..Körlüğün bu kadarı.. Sorsanız o da savaşa karşı…