Ömer Lekesiz: Sanat ve tarih şuuru

Ömer Lekesiz: Sanat ve tarih şuuru

Önceki yazımızı “Divriği Ulucamisi ve Darüşşifası neden sanatla veya sanatlı olarak inşa

Galatasaray-Club Brugge: 1-1
2022.. عام بلا نازحين في السودان
Clean diet, exercise essential for healthy lifestyle

Önceki yazımızı “Divriği Ulucamisi ve Darüşşifası neden sanatla veya sanatlı olarak inşa edilmiştir?” sorusuyla bitirmiştik.

Bu sorunun cevabını önce, bu yapıları bina eden Mengücek Beyi Ahmet Şah ile Turan Melek Hatun’un inancında aramamız gerekir.

Zira, bir müminin Rabbine güzel olanın da en güzelini sunması esastır. Çünkü O güzeldir ve O’nun şanına yakışan da ancak güzel olandır. Zaten, “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder.” Güzelin sunumunun doğuracağı sonucun, onun cinsinden olan hayır, iyilik ve ödüle bitişmesi ise mukadderdir: “İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe, 9:18)

Mezkur sorunun cevabını arayacağımız ikinci yer ise, tarihle sanat arasındaki ilişki olsa gerektir. “Tarih” der Martin Heidegger, “bir halkın kendi verilmişliğine yönelme olarak, vazgeçtiklerine yönelmedir.” (Sanat Eserinin Kökeni, çev.:Fatih Tepebaşlı, De Ki yayınevi, Ankara 2007, s. 73).

Bu manada, Divriği Ulucamisi ve Darüşşifası, bundan önceki iki yazımızda zikrettiğimiz olumsuz şartlarda, mümince bir düşüncenin, sahih bir iradenin ve güçlü bir cehdin tezhürü olarak “oradadır”, ancak bu oradalık onun bu hususları da ihtiva eden yanlarıyla birlikte görülebilmesiyle süreklilik kazanır. İnsan ise unutkandır ve giderek zikredilen mahiyetteki bir görmeden uzaklaşır; onu söz konusu mahiyetiyle birlikte tekrar görebilmesi, unutkanlığına galip gelerek, bu nedenle vazgeçtiklerine yönelmesiyle mümkün olur. Bu durum, en kısa söyleyişle tarih şuuru dediğimiz şeydir ki, eser, bu şuura dolaysız olarak ulaşmayı sağlar. Heidegger’in esere yüklediği nitelik ve işlev de bunu teyit eder: “Eser, kendi içinde yükselerek bir dünya açar ve bunu da kalıcı kılar. Eser varlığı demek bir dünya kurmak demektir.” (A.g.e., 39)

Tarih ve eser tanımında Heidegger’e başvurduğumuza göre, sanat konusunda da onu izlememiz, esas aldığımız yaklaşımın bütünlüğü açısından daha yararlı olacaktır:

“Sanat hakikatin işe koyulmasıdır. Bu cümlede, hakikate göre koymanın özne ve nesnesi olan bir çift anlamlılık yatar. Özne ve nesne kavramları burada belirsiz tanımlardır. Onlar bu iki anlamlı varlığı düşünmeyi engeller yani gözleme ait olmayan bir görevi engeller. Sanat tarihseldir ve tarihsel olarak eserdeki hakikatin yaratıcı konumudur. Sanat, edebiyat olarak gerçekleşir. Bu ise hediye etme, kurma ve başlangıç anlamında hediyedir. Sanat, oluşturucu olarak önemli oranda tarihseldir. Sanat zamanın akışında diğerlerinin yanında mevcut olması ve tarihe değişen bir görünüm sunması yönleriyle, dışsal olarak da tarihseldir. Sanat, tarihi kurması anlamında da tarihtir.

Sanat hakikati ortaya çıkarır. Sanat kurucu koruma olarak, eserde var-olan hakikati çıkarır. Bir şeyi doğrumak demek, varlığın kökeninden varlığa doğru kurucu atılma anlamındadır, yani köken anlamında.

Sanat eserinin kökeni, yani yaratılanların ve koruyanların kökenleri yani bir halkın tarihsel orada oluşunun kökeni sanattır. Sanat kendi varlığında bir köken olduğu yani hakikat gibi harika bir tarzda var-olarak yani tarihsel olduğu için böyledir.” (A.g.e., 73-74)

Divriği Ulucamisi ve Darüşşifası, mescit mevcudiyetiyle mekanın İslamileştirilmesi ve şifa evi mevcudiyetiyle insana hizmet edilmesi cihetinden, inşa değerini çifte katlarken, tekrarı mümkün olamayan sanat cihetiyle de, dışarıdakini kendi dışındaki sanatla cezbederek, içerisindekini görmeye sevkeden eder.

Zira “Sanat deneyiminde kendine özgü bir alışveriş gerçekleşir; ben duygularımı ve çağrışımlarını mekana ödünç veririm, mekan da bana algılarımı ve düşüncelerimi ayartan ve özgürleştiren aurasını sunar. Bir mimarlık yapıtı bir dizi yalıtık retinal resim olarak deneyimlenmez, tastamam kaynaşmış maddesel, cisimsel ve tinsel özüyle deyeyimlenir. Gözün ve duyguların dokunuşu için kalıba dökülmüş, haz veren şekiller ve yüzeyler sunar, ama aynı zamanda fiziksel ve zihinsel yapıları içine alır ve bütünleştirir; varoluş deneyimimize pekişmiş bir tutarlılık ve anlam verir.” (Juhani Pallasmaa, Tinin Gözleri – Mimarlık ve Duyular, çev.: Aziz Ufuk Kılıç, Yem Yayınları, İstanbul 2011, s. 14)

Bunlarla, yazımızın girişindeki sorumuz, kısmen de olsa bir cevaba erişmiş olsa gerektir.

***

Nasipse yarın, Ankara’da, Ramazan Adıbelli ile birlikte, Mircea Eliade’nin “Tarih ve Dinde Anlam Arayışı”nı konuşacağız. Türk-Romen Dostluk Derneği’nce planlanan bu etkinlik, Türkiye Yazarlar Birliği’nde, saat 14:00’te gerçekleşecek.