Ömer Lekesiz: Yurt, sanat ve eser

Ömer Lekesiz: Yurt, sanat ve eser

Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’nı, bundan iki yıl önce, dışından da olsa görmü

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Macar Başbakan Orban'dan asker selamı
Türkiye'den Yunanistan Başbakanına 'hayalperest ideolojiler' tepkisi
Taha Kılınç: Hakimov’un nefesi

Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’nı, bundan iki yıl önce, dışından da olsa görmüştüm. Taçkapılarındaki bezemeler, restorasyon çalışmaları nedeniyle toza bulandıkları halde ihtişamlarından hiçbir şey kaybetmemişlerdi.

Ziyaretimden beri ne zaman sanat bahsi açılsa, aklıma hemen burası düşüveriyor. Zira Selçuklu sanatında taklit edilemezliğiyle bir zirveyi temsil eden bu yapılar, yapıldıkları zaman itibariyle de bir fevkaladeliği, seçkinliği ifade ediyorlar. Bu düş-ü-vermenin etkisiyle, her iki cihetten de konuyu yeniden ele alma ihtiyacındayım. Ama önce 19 Ekim 2018 tarihinde bu sütunda yayımlanan ilgili yazımı hatırlatmalıyım ki, devamında söyleyebileceğim şeyler doğru ve sağlamca bir zemine yerleşebilsin:

“Doğumlara ve ölümlere hiç aldırış etmeksizin var olan yeryüzüne sanatla tutunma gayreti, normal şartlarda sanatçının geleceğe kalma inat ve ısrarıyla birlikte düşünüldüğünde fıtrî bir mesele olarak makulleştirilebilir.

Sanatla tutunmayı, fertten millete tahvil ederek millî bir yer tutma ile birlikte düşündüğümüzde ise meselenin boyutu değişiverir.

Bunun en tipik örneklerinden biri kendimiziz.

Gayri Müslim iken kuraklık, kıtlık, yosulluk.. nedeniyle Orta Asya bozkırlarından kopup, itikadî ve amelî manada henüz mezhep tercihleri bile netleşmemiş (deyim yerindeyse çoğunluğu henüz heterodoks) Müslümanlar olarak Anadolu bozkırlarında (Rum diyarında) konaklamışız.

Konaklamışız diyorum, çünkü arkamızda her şeyi talan ederek gelen Moğollar’la, önümüzde bir duvar gibi duran Bizans devleti var. Bize Rum diyarının kapılarını açan Büyük Selçuklu yıkılmış, ondan doğan Anadolu Selçukluları’nın durumu ise hiç iç açıcı değil. Hasılı, iki büyük örgütlü güç arasında, boy reislerimizin kendilerini bey ilan ederek teselli oldukları ortamda yapayalnız, yırtık çarık, yalın kılıç kalakalmışsız.

İlk bakışta görünen budur ama iş bundan ibaret değildir.

Zira Moğollar’dan yana güvenlik sorununu henüz çözemediğimiz, Bizans’ın adeta rutinleşmiş saldırılarına karşı yeterli tedbirleri alamadığımız halde, konakladığımız bu yeryüzü parçasında sanatla yer tutma çabamız parmak ısırtan bir azmin destanı olarak somutlaşmıştır.

Bu bahiste, (…) Mengücek Beyi Ahmet Şah’ın karısı Turan Melek Hatun’un yer tutma gayret ve azminden ve dolayısıyla Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’ndan ana hatlarıyla söz etmek istiyorum.

Turan Melek Hatun tarafından 1228-29’da yaptırılan ve vakfedilen Divriği Ulu Camii ve Daruşşifası, iki yönden kendi maddi zeminini aşmaktadır:

1. Yukarıda değindiğimiz üzere, Moğol İstiası ve Haçlı Seferleri’yle hayatın bıçak sırtında sürdüğü, mutlu geleceğe mahsus hiçbir garantinin söz konusu olmadığı, bilakis eli kulağında bir yok oluş hissiyatının egemen olduğu yıllarda yapılarak, inadına bir yurt tutuşu temsil etmesi,

2. Kadının, tekvin mahalli olmak yönünden toprağa ünsiyetinin bir tezhürü olarak, Rum diyarının bozkırına İran, Azerbaycan, Gürcistan ve Ahlat taş oymacılığından müteşekkil bir İslâm mührü olarak kazınması.

Bu iki yönlü kendini aşmayı, maddî taraflarıyla açıklamak çok zor olmasa gerektir. Nitekim, Doğan Kuban Hocamız Divriği Mucizesi, Patricia Blessing, Moğol Fethinden Sonra Anadolu’nun Yeniden İnşası-Rum Diyarında İslâmî Mimari adlı kitaplarında bunu sağlamışlardır.

Konuyla ilgili asıl eksiklik, Turan Melek Hatun’un mezkur yer tutma gayret ve azminin zihniyet yönünden henüz açığa çıkarılmayışıdır; diğer bir ifadeyle, Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’nı, onun toplumsal faydasını tamamlayan (ve/veya tam aksine bu faydayı kendi içinden bizzat üreten) sanat fikriyatının (akıl yürütmenin) metafizik boyutunun soyutlanmayışıdır.

Gazete yazısı yazdığımıza göre, mezkur açığa çıkarmayı, malum boyutu soyutlamayı, güncel bir arayışımızla çakıştırarak sağlayabiliriz:

Sanatta millîk ve yerlilik!

Son zamanlarda bir slogan gibi kuşandığımız bu hususu doğru konumlandırmak için, misdak edinilen zihniyete göre oluşan mevcut farktan hareket edelim:

Sanat bakımından Matrakçı Nasuh’un, Levni’nin, Şeyh Galib’in zihniyetini kendisine misdak edinen bir sanatçıyla, Bernini’nin, Goya’nın, Mallermé’nin zihniyetini kendisine misdak edinen sanatçı arasındaki fark!

Bu fark, Anadolu’nun sahipleriyle, onu Batı’ya yamamak isteyenler arasındaki giderilmesi imkansız olan farktır! (…)

Dolayısıyla, yer-yüzü-ne sanatla tutunma ve yer tutma konusunda Turan Melek Hatun’un torunları (…) olduğumuzu idrak ettiğimiz gün, Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası üzerinden, ondaki sanat fikriyatını üreten / doğuran zihniyeti de hem aracısız olarak anlayabilecek, hem de gereğince yeniden kuşanabileceğiz inşallah.”