Akıl kelimesi Kuranıkerim’de isim olarak geçmez, fiil olarak yer alır. Demek ki, önemli olan aklın bizatihi kend
Akıl kelimesi Kuranıkerim’de isim olarak geçmez, fiil olarak yer alır. Demek ki, önemli olan aklın bizatihi kendisi değil, onun fonksiyonlarıdır. Bunun bir sebebi de aklın varlık kartelasında araz mı cevher mi olduğunun tam anlaşılmış olmaması olabilir. Ama farklı özellikteki akıl anlamında kelimeler vardır ve onlara başka bir yazıda değineceğiz.
Lübb (ç: elbâb). Her şeyin seçkin ve saf olanı ve özüdür. Aklıselim kelimesinin bir yönüyle karşıladığı saf ve süzülmüş akla da bunun için lübb denmiştir. Buna göre her lübb akıldır ama her akıl lübb değildir.
Akıl nelerden süzülmüş olursa lübb olur? Rağib şaibelerden diyor, yani onun saf akıl olmasına engel olan katkı maddeleri ne ise onlardan. Aklın hakikati bulma özelliğini zedeleyen durumlar şaibelerdir.
Dikkat çeken husus, bu kelimenin Kuranıkerim’de lübb diye tekil olarak hiç zikredilmemiş olmasıdır. Bunun şöyle bir işareti olabilir: Tek başına bir kişinin aklı böyle bir akıl olamaz, çünkü tek akıl zati/sübjektif duygulardan yeterince arınamaz. Ancak birden çok saf akıl bir araya gelirse ulü’l-elbâb oluşur. Bu sebeple Kuranıkerim’de tefekkür ve derin anlayışı gerektiren meselelerin zikredildiği yerlerde ‘bunu ancak ulü’l-elbab’ anlayabilir’ denerek böyle çoğul kullanılır. Mesela Kuranıkerim’in muhkemi ve müteşabihi gibi konular böyledir.
Ulü’l-elbâb Kuranıkerim’de on altı ayette ve dediğimiz gibi hep çoğul olarak geçer. Bu ayetlerin anlattıklarını özet olarak gördüğümüzde ulü’l-elbâb’ın özelliklerini de görmüş oluruz:
‘Takva, ulu’l-elbâb’ın vazgeçilmezidir (2/198) ‘Hikmet çok büyük bir hayırdır, ama bunu ancak ulü’l-elbâb anlayabilir’ (2/269). ‘Kuranıkerim’in muhkemi ve müteşabihi karşısında ancak ulü’l-elbâb mümince bir tavır takınabilir’ (3/7). ‘Kuranıkerim Allah’ın bir duyurusudur. Onu ve Allah’tan başka ilah olmadığını düşünecek olanlar ulü’l-elbâb’dır’ (14/52). ‘Resulüllah’a indirilenin hak olduğunu bilenle gözü göremeyen bir midir? Bundan ancak ulü’l-elbâb düşünüp ders çıkarabilir’ (13/19, 38/29). Özellikle şu anlamdaki ayeti kerime ulü’l-elbâb’ın en temel özelliklerini zikreder. ‘Rabbinin rahmetini umarak, ahiretin tehlikelerinden korunmak için gecenin derinliklerinde secdede ve kıyamda daim olanların hali başkadır. De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bundan ancak ulü’l-elbâb düşünüp ders alabilir’ (39/9). ‘Bütünüyle gökler ve yer, gecenin gündüzün oluşması, yağmurun yağması, suyun yer altında depolanması, otların bitmesi gibi yüzlerce tabiat ayetlerinden ders alabilenler, bunlar hakkında derin tefekküre dalanlar ancak ulü’l-elbâb olanlardır’. (3/190, 39/21, 50/7,8). ‘Ve onlar her hallerinde Allah’ı hatırda tutarlar/zikrederler. ‘Tevrat’ı da ancak ulü’l-elbâb olanlar anlayabilmişlerdir’ (39/54). Tarihten de yine ancak ulü’l-elbâb olanlar ders çıkarabilir (12/111). ‘Hz. Eyyub’un durumu da ulü’l-elbâb için bir derstir’ (38/43).
Bu on altı yerde ulu’l-elbâb’ın ortak özelliği takva, tezekkür, tedebbür, tefekkür, itibar ve geceleri değerlendirecek kadar Allah’a candan bağlılıktır, takvadır. Demek bunların hepsi ancak böyle süzme bir akıllılar topluluğu ile oluşabilir.
Takva ile ulü’l-elbâb’ın alakası şudur. Takva kısaca Allah’ın emir ve yasaklarına uymak suretiyle kulun kendini korumasıdır. Yani ulü’l-elbab’ın imani, ahlaki ve dini tecrübe boyutu vardır. Bu durum amel olmaksızın aklın safiyetini koruyamayacağını gösterir. Çünkü bildiği ile amel etmemenin sebepleri ya tembelliktir, bu da nefsin arzularını ve rahatını uygulamaya tercih etme demektir. Ya bildiklerinin doğruluğunda şüphesinin bulunmasıdır. Bu da kalpte hastalığın bulunduğunu gösterir. Ya da egosuna, kibrine ve nefsinin arzularına yenilmektir. İşte bunlar aklı saf, halis ve ön yargısız olmaktan, doğruya doğru diyebilmekten alıkoyan şaibelerdir.
Tezekkür, tedebbür, tefekkür ve itibar, yani kıyaslayıp ders çıkarma gibi özelliklerin daha çok kevnî ayetlerin anlaşılmasında zikredilmiş olması dikkat çekicidir. Demek ki, tabiatı tanımayan, ondaki ayetleri bilip okuyamayan birisi salt cenneti ve cehennemi düşünmekle ulü’l-elbâb’tan olamaz. Bu ilerlemeyi sağlayamamış İslam toplumunda da ulü’l-elbâb zor yetişir. Hukukta bile durum aynıdır. Derin, dakik ve detaylı bir tefekkürü sağlayamamış olan birisi kısasın hayat olduğunu, öldürmek için değil yaşatmak için konduğunu anlayamaz, yüzeysel ve anlık bir bakışla onun bir cinayet olduğunu söyler. Böyle olunca da katliamlar devam eder. Onun için kısas ayetinde ‘bunu ancak ulü’l-elbâb düşünüp ders çıkarabilir’ buyrulur.