Şiddet kullanımını dışlayan ahlâkî- barışcıl değerlere her zaman büyük bir hay
Şiddet kullanımını dışlayan ahlâkî- barışcıl değerlere her zaman büyük bir hayranlık duymuşumdur. Bu değerleri savunmuş ve hayâta mükemmel bir şekilde geçirmiş olan “kahramanlara” da söylenecek en küçük bir şey olabilir mi acaba? Mahatma Gandhi, Martin Luther King, veyâ Rosa Luxemburg’a kim ne diyebilir ki? (Sonuncu isim için gelebilecek eleştirileri görebiliyorum. Ama listemde ısrarlıyım). Onlar, farklı sâikler üzerinden de olsa, mütemâdiyen savaş üreten dünyânın karşısında şiddetsiz ve barışçıl eylemlerle durmuşlardı. Tuhaftır ki, hepsi de öldürüldüler. Rosa Luxemburg’u aşırı Alman milliyetçileri; Gandhi’yi bir “dindaşı”; King’i ise bir “ırkdaşı” öldürdü… Biraz da ironik gelebilir ama bâzen, “Gâliba savaşın taraflarından birisinin hayâtta kalma ihtimâli vârit iken, savaşa karşı çıkanların değil” demekten kendimi alamam.
Tâviz vermez bir barışçıllık pek çok yönden eleştirilebilir. Bâzı savaşların “haklı” olduğu söylenebilir. Bu tartışmaları tâkip etmenin zevkli olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Ama niyetim burada bahsedilen tartışmaların fitilini ateşlemek değil. Değinmek istediğim başka hususlar var. İlki şu: Barışcıl düşüncenin pratikteki serencâmını, kahramanlarının yer yer inanması zor hikâyeleri üzerinden anlamak pek de mümkün değil. Meselâ 1970 ve 1980’lerde, yâni Soğuk Savaş’ın son iki dönemecinde ortaya çıkan ve Sovyet Kampı tarafından oluşturulup desteklenen Barış Hareketi’nin samimiyetine hiç inanmadım. Soğuk Savaş zamanlarında gezdiğim Doğu Avrupa memleketlerinde öğrendiğim ilk kelime barış manâsına gelenlerdi. Meselâ aklıma, hâlâ unutmadığım Lehçe “Pokoj” kelimesi geliyor. Çünkü bu kelime her yerde karşıma çıkıyordu. Gırtlağına kadar silâhlanmış bir blokun bu değerin şampiyonluğunu yapması beni güldürmüştü. Doğrusu, “barış için savaş” fikri bana hiç bir zaman çekici gelmedi. Biliyorum ki gerçek barışçılar asla silâha yaklaşmazlar ve bedeli çok ağır da olsa ilkelerinden sapmazlar. Bu, en baştan karar verilmesi gereken bir tercih meselesidir. Barış savaş ile elde edilmez. Savaşarak sağlanan düzenlerin barış kavramıyla değerlendirilmesini de esasta doğru bulmam. Meselâ Pax Romana, Pax Ottomana veyâ Pax Americana gibi kavramları, çok yerleşik oldukları için zaman zaman kullansam da, doğrusu pek de içime sindirdiğimi söyleyemem. Ne Roma ne Osmanlı, ne de Amerika hükmettikleri veyâ kontrol ettikleri coğrafyalarda bir barış sağladı. Evet “çatışmasızlık” barışın bir parçası, hatta gerek şartıdır. Ama bu sağlandığı zaman barış sağlanmış olmuyor. Sağlanan sâdece “düzen” oluyor. O düzen bir defâ bozulmaya görsün, kan dâvâları kaldığı yerden, üstelik çatışmasızlığın doğurduğu ağır birikimlerin de eklemlenmesiyle daha kanlı bir şekilde nüksediyor. Bence “pax” yerine kullanılması gereken kavram “düzen” (order) kavramı olsa gerekir.
Aklıma gelen ikinci husus şu: Tabiî ki hepsini kastetme ayarsızlığında bulunamam; ama barışçıl olmak Türkiye’de her yerde olduğundan daha sorunlu görünür bana. Düşünebiliyor musunuz; asırlar boyu cengâveriliğinizle dünyâyı titretiyorsunuz, koca koca coğrafyalarda devletler, düzenler kuruyorsunuz; sonra bir çırpıda defteriniz dürülüyor ve eski coğrafyalarla kâbil-i kıyas olmayan küçük bir coğrafyada yaşamaya rıza göstermek zorunda kalıyorsunuz. Dağılan parçalara huzur ve barış gelse, “oh iyi olmuş” diyeceğiz. Ama elli küsûr “bağımsız” devletin kurulduğu coğrafyalarda zulûm ve kan gövdeyi götürüyorsa ne diyeceğiz? Kastettiğim coğrafya merkezde Balkanlar, Anadolu ve Mezopotamya olmak üzere Doğu Akdeniz; yâni Mare Nostrum’dur. Bu coğrafyaların ortak mukadderatı ortak bir bilinç doğurmuyorsa buralara asla ne düzen ne de barış gelir. Mustafa Kemâl “Yurtta sulh, cihanda sulh” dediyse, bâzılarının anladığı gibi “evimizde oturalım ve üç maymunları oynayalım” demek istemedi. Kaybedilmiş bir coğrafyadan, Balkanlar’dan gelen Mustafa Kemâl bunu söylemek sûretiyle, mevcut parçalanmışlık tablosunu ârızî gördüğünü ortaya koyuyor; “Aman, bu parçalanmayı derinleştirecek ve içinden çıkılmaz hâle getirecek düşmanlıklardan uzak duralım. Bir gün yeniden ortak bir düzeni kurabileceğimiz bir iklimi canlı tutalım” demek istiyordu. Bu sebeple, savaşın hemen ardından Türk-Yunan dostluğunu başlatmış(1933), 1937’de çeşitli Balkan devletleriyle yaptığı öncü anlaşmaları taçlayan Balkan Paktı kurmuş; aynı târihte Irak, İran ve Afganistan’ı dâhil ettiği Sâdâbat Paktı ile devâm etmişti. 1938’de ilk boşluğu görerek Hatay’ı Türkiye Cumhûriyeti’ne dâhil etmişti. Bağdat Paktı ve CENTO gibi Soğuk Savaş mahsulü oluşumlar bu birikimlerin çarpıklaştırılması değilse nedir? Mustafa Kemâl, ne Sûriye’yi ne Irak’ı ne de Libyâyı “bataklık” olarak görüyordu. Bizzât gidip savaştığı coğrafyalardı buralar. Sâhi, NATO ayarlı gardrop Kemalistlerine göre Mustafa Kemâl bataklıkta mı savaşmıştı?