Süleyman Seyfi Öğün: Yalnızlık

Süleyman Seyfi Öğün: Yalnızlık

Kapitalizmin târihsel birikimi ve gelişmesinin ana dinamiklerinden birisi, toprakta “mülksüzleştirme”dir. Bu ba&

India: Modi’s BJP heading for landslide in state polls
Tehdidin cezasını çekecek
Halkbank'tan esnafa kredi kolaylığı

Kapitalizmin târihsel birikimi ve gelişmesinin ana dinamiklerinden birisi, toprakta “mülksüzleştirme”dir. Bu bağlamda büyük kitleler topraktan kopartılmış ve şehirlere yığılmıştır. Endüstriyel devrim bu kitleleri emek deposu hâline getirdi. Bunu da, nüfusları “işçi” ve “yedek işçi” olarak ayırmak sûretiyle yaptı. Böylece kendi aralarında derin bir rekâbete girişen kapitalist sınıflar, işgücünü de kendi arasında rekâbete sokmuş oluyordu. Kapitalist girişimcilerin rekâbeti uzun sürmedi ve tekelleşmelerle neticelendi. Bu aşama sermâyenin en büyük çaplı yoğunlaşması manâsına geliyordu. İşçi sınıfı da bu yoğunlaşmadan nasibini aldı. Ortak mukadderatın ortak çıkarları etrafında veyâ daha özet olarak “sınıf bilinci” etrafında kitlesel düzeyde örgütlendi. Sendikalar ve işçi sınıfı partileri sistemi zorlayacak bir etkinlik ve genel oy hakkı misâlinde olduğu üzere bâzı kazanımlar elde etti.

Bu, başka bir boyutta, kapitalizm öncesi dünyâda derin kökleri olan “dayanışma” duygularını yeniden canlandırdı. Mülksüzleştirerek köksüzleştirilen, birbirine yabancılaşan ve tutunum duygularını kaybetmiş olan büyük kitleler sömürüye karşı dayanışarak yeni bir mânâ duygusu kazanıyorlardı. Bir zamanlar dinlerin gördüğü vazifeleri görmeye başlayan ideolojik bağlılıklar bu duyguyu güçlendiriyor; kimseye “yalnız” olmadığını hissettiriyordu. Dayanışma esastı. Tartışmalar, bu dayanışmanın hangi gâyeye mâtuf kullanılacağı noktasındaydı. Devrimciler ve reformcular; bilimselcilerle romantikler arasındaki ayrışmalar da burada ortaya çıkıyordu.

Sistem ile sistem karşıtı hareketlerin mücâdelesini ilki kazandı. Sistem karşıtı örgütlenmeleri ezerek değil, “evcilleştirerek” başardı. Bu aynı zamanda 19.Asır’da zirve yapan dayanışma duygularının moral içeriğinin boşaltılması ve ağırlıklı olarak maddî olarak “çıkar” ile çakıştırılması manâsına geliyordu. Hâsılı sistem, büyük kitleler hâlinde örgütlenmiş olan işçi sınıfının alım gücünü yeniden bölüşümü pazarlığa açarak onu arttırmanın imkânlarını arz ediyor; bunun karşılığında da onların devrimci taleplerini törpülüyordu. Endüstriyel toplumlardaki işçi sınıflarının bu gelişim karşısında uyumlu bir karşılık verdiğini ve sisteme entegre olduğunu gördük. Başka bir açıdan bakıldığında süreç işçi sınıfının ana akım orta sınıf değerlerle uyumlulaşmasıydı. Çekirdek âile temelinde örgütlenen orta sınıfların ana akım değerlerinden birisi de zâten “bireyselleşme” odağında yoğunlaşıyordu. “Self made man” burjuva idealizminin belkemiğiydi. Bunun da dayandığı bir moral elbette vardı. Bireysel gelişimini başarmış burjuvalar, bu kazanımlarını toplumsal ideallerle de örtüştürebiliyordu. Bu diğerkâmcılıktı. Ama birey kültürü, pratikte “çıkar” ile çakıştığı nispette “diğerkâmcı” niteliklerini kaybetti.

II.Genel Savaş sonrasında kurulan Dünyâ Düzeni uyumlu, disiplinli yurttaşların çıkar tâkibi yapmaktan başka bir işi kalmamış örgütlü dünyâlarında hatırı sayılır bir yabancılaşmayı ve yalnızlaşmayı yaşadı. Bunun derin travma ve psikozlara yolaçmış olduğunu biliyoruz. İdealize edilen refah toplumlarının yaşadığı Japonya veyâ İsveç’de akıl almaz oranlardaki intiharların esbâb-ı mûcibesi de buydu.

1980’lerden başlayarak güçlenen neo-liberâl dönüşüm, bu moral tarafı zayıf örgütleri ve yapıları kolaylıkla dağıttı. Sermâyenin “yoğunlaşması” evresi ile “genişleme” evresi arasındaki çelişkiler keskinleşti. Yoğunlaşma sermâyenin ve meğin verimliliğini dibe vurduruyordu. Sıra ,bu verimliliği canlandıracak bir genişlemedeydi. Chip devrimiyle ve taşımacılıkta yaşanan teknolojik dönüşümlerle kanatlanan sermâye dünyâda yeni birikim alanlarını keşfe çıktı. Yoğunlaşmanın bütün kurum ve kuruluşlarını da boşa çıkardı. Zihinlerde yeni yanılsamalar doğurarak yaptı bunu. Bir zamanlar yoğunlaşmanın önünde engel olarak görülen “kültür” aklandı ve kapatıldığı kafesten dışarı salındı. 1960 ve 1970’lerin “Karşıt” olarak târif gören kültür hareketleri bir kaç yeniden dokunmayla konvansiyel hâle getirildi. (Liberaller ile sosyalistlerin târihsel uzlaşması , adâletsiz bir özgürlükçülüğün paylaşımı üzerinden gerçekleşti). Boşlukları, içi boş, tutunumsuz ve dayanışmayı sanal bir tecrübe hâlinde yaşatan ve kısm-ı âzâmı hayâl kırıklığı ile biten uçuk cemaatler doldurdu. Diğer taraftan “fırsatçılıkla”, “egoizm” ve “narsisizm” ile fişeklenen yeni bireysellik kültürü teşvik edildi. Hiçbir âidiyeti olmayan yeni bireysellik kültürünün dayanışma bir tarafa tam bir rekâbete oturtulduğunu da görüyoruz. Bu rekâbet, sınıf savaşlarının yerini alan kredi kapitalizmi ile fişeklenen tüketim savaşları tarafından sevk ve idâre ediliyor.

Artık her zaman olduğundan daha yalnızlık bekliyor bizi. Nakitsiz ve robotik dünyâ bunun en ileri evresi olacak gözüküyor. Bu dünyâda elimizden tutan yok. Hayatlarımız ortada kalıyor. Sâdece hayatlarımız değil. İstanbul’da intihâr eden dört kardeşte olduğu gibi cenâzelerimiz bile…