Susuz olmaz, havasız asla!

Susuz olmaz, havasız asla!

Dünya; Allah’a, Peygamber’e ve öte dünyaya inanmayanların hakimiyet, zenginlik, refah, konfor ihtirası sebebiyle

وزير الدفاع الأمريكي ينفي أي خطة لدى حكومته لسحب قواتها من أفغانستان
نيويورك الأمريكية تحتضن معرض 'حرب الخليج'
Tal Abyad locals experience bittersweet feelings upon return

Dünya; Allah’a, Peygamber’e ve öte dünyaya inanmayanların hakimiyet, zenginlik, refah, konfor ihtirası sebebiyle giriştikleri sanayi-endüstri-teknoloji yarışının sonucu yangın yerine döndü. Yangında ilk kurtarılacakları saydık: Toprak-Su ve Hava. Topraktan bahsettik. Sıra suda.

Su hayatın kaynağıdır. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk’ın insanı ve bütün canlıları sudan yarattığı belirtilir (Enbiya-Nur-Furkan). Suyun ortak kullanımı ve paylaşımı ile ilgili ilkelere yer verilir (Şuara-Kamer). Hadislerde ise bilhassa kirletilmemesi, içme ve sulamada kullanılması ile ilgili pek çok hüküm vardır. Fıkıhda “Sular Bahsi” çok geniştir. Şurası bilinmelidir ki suda mülkiyet yoktur.

Bunlar bir yana önce ülkemize, sonra dünyaya dönelim. 2030 yılında temiz suyun tükeneceği söyleniyor, “su savaşları”ndan bahsediliyor. Bunlar da bir yana, ben şunu diyorum:

Ergene’nin suyu artık tarımda dahi kullanılamaz hale geldi. Bütün büyük nehirlerimiz; Gediz, Menderes, Sakarya, Fırat, Dicle, Kızılırmak; çaylar-dereler zehirlendi, suları siyaha döndü. Gün geçmiyor ki bir nehrimizde, bir gölümüzde zehirlenen balıklar karaya vurmuş olmasın.

Toprağı, suyu ve havayı zehirden temizlememiz lazım. Neye malolursa olsun.

Gelelim suda mülkiyete ve özelleştirmeye. Hayatî değer taşıması ve kıt bir kaynak olması sebebi ile su artık kârlı bir mal sayılıyor. Yani ticarî bir meta. Yani Cenab-ı Hakk’ın insana, hayvana, börtü-böceğe, bitkiye-çiçeğe, tüm canlılara ve toprağa nimet olarak verdiği suya hiç utanç duymadan pranga vuruluyor; tüm dünyayı kirleten naylona sarılıp satılıyor.

1970’lerden bu yana ülkemizde ve dünyada “su piyasası” oluşmuştur. Neoliberal aktörler bunu kurdu. Bu süreçte DB-OECD ve BM başrol oynamıştır. Onların ipinin kimin elinde olduğu artık biliniyor. Dublin Konferası’nda bu durum resmiyet kazandı. Su şirketlerine imtiyazlar verildi.

Dünya nüfusunun yarısı içme suyu bulamazken bu cinayet işlendi.

Ülkemiz su kıtlığı çekmektedir. Temiz su tarımdan ziyade sanayide ve evlerde kullanılıyor. “Toprağa dönüş” hareketinin ilk ayağı toprak ise ikinci ayağı sudur. Her ikisi de bu yangından ve yağmadan kurtarılmalıdır. (Peki nasıl olacak bu? Cevabı önceki yazılarda verildi).

Sıra geldi havaya.

Madem havadan-sudan konuşuyoruz, konuya layık bir giriş yapalım. Bildiğiniz gibi havası en kirli olan metropoller Çin’de. Bu krizi avantaja çevirmek isteyen (Bu iş moda oldu. Kriz varsa avantaj var) bir Kanada şirketi Çinlilere “temiz hava” satmaya başlamış. Şaka gibi. Ben gazetede okudum. Çinliler maske ile dolaşıyorlar ya; çok bunaldıklarında ilk temiz hava istasyonuna varıp, otomobile benzin alır gibi kabine giriyor; ağzını burnunu aparata sokup beş-on dakika temiz hava soluyormuş. Tabii ücreti mukabilinde.

Yaz-kış, her mevsimde İstanbul’da Çamlıca tepesine çıkıp oradan şehre bakın. İstanbul’un üzerinde bir gri bulut göreceksiniz. İşte bu. İçiniz sıkılacak.

Artık dünyanın tüm şehirleri böyle. Kirli hava soluyoruz. Sebep: Sanayi-endüstri-teknoloji vb. Sağlık olsun, ama nasıl olsun? Dünyada saatte 800 kişi hava kirliliğinden ölüyor. Dakikada 13 kişi demek. Pis hava cinayetleri kadın cinayetlerinden yüz bin kat fazla, ama kimse umursamıyor. Yine bir rakam: Hava kirliliği her yıl 7 milyon kişinin ölümüne yol açıyor; bu sayının 600 bini çocuk.

Dünya nüfusunun %91’i hava kirliliğinin tehlikeli olduğu bölgelerde yaşıyor.

Hava kirliliği anne karnındaki bebekleri bile etkiliyor.

Kongreler, forumlar, sempozyumlar, kitaplar, rakamlar, laboratuvarlar, bilimsel neticeler, merak eden bu konuda tonla bilgi edinebilir. Ne söylesek boş.

Adam ne diyor: Bize göre hava hoş.

Bu yüzden bana bir bıkkınlık geldi. Sanki ben de “kıyamet senaryosu” yazıyormuşum gibi tuhaf bir hisse kapıldım.

Yok ama! Bir düşünce ve tartışma zemini getirdiğime inanıyorum. Bu gidişe ancak Âmentü’ye inananlar karşı koyabilir.

Yazacağımı yazdım, sözümü söyledim. Yani “Ne yapmalı?” sorusuna aklımın erdiği, dilinin döndüğü kadar cevap verdim. Bundan böyle ancak bir manifesto yazabilirim. O da karanlıkta ıslık çalmak gibi olacak.

Not: Bu yazıları “Kalbin Sesi” kitabıma ekleyerek “Kalbin Sesi-Toprağa Dönüş” adıyla yayınlayacağım.