Hive‘ye gitmek üzere Buhara‘dan bindiğimiz ekspres tren, sonu gelmez bozkırların ortasında sessiz-sedasız il
Hive‘ye gitmek üzere Buhara‘dan bindiğimiz ekspres tren, sonu gelmez bozkırların ortasında sessiz-sedasız ilerlerken, aklımda yine o hakikat vardı: Eski dönemlerde ulaşım ve iletişim bu kadar gelişmiş değilken, İslâm şehirlerine kolayca gidip gelmek adeta imkânsızdı. Dolayısıyla, ihtişamlı eserleri ve abideleri de çok az insan, dünya gözüyle görebiliyordu. Şimdi, birkaç saatlik uçak yolculuklarıyla kolayca ulaştığımız şehirlerimizde bulduklarımız ise, aslında geçmişteki görkemin silüetinden ibaret. Çeşitli nedenlerle günümüze ulaşamayan, mazinin akıntıları arasında yok olup giden, isimlerine ancak tarih ve mimari kitaplarında rastladığımız sayısız eser de cabası. İnternet ağları, elektrik kabloları, incik-boncuk satıcıları, müze turnikeleri, turist kalabalıkları, flaş patlamaları ve diğer pek çok engelin içinden geçerek, tarihimizi ve kendimizi bulmaya çalışıyoruz. Ne kadar başarabildiğimiz meçhul.
İşin ilginç yanı, bugün elimizin altında duran bazı hazineler, tamamen garip tesadüfler sonucunda bize ulaşmış. Buhara‘dan ayrılmadan hemen önce, bunlardan birini ziyaret ettik: Sâmânîler devleti hükümdarlarından İsmâil Sâmânî‘nin (v. 907) türbesi. Tamamen briketten inşa edilen ve yapımı 943‘te tamamlanan türbe, zaman içerisinde sellerin sürükleyip getirdiği kum ve çamurların altında kalmış. 1220‘nin şubatında, Cengiz komutasındaki Moğol ordusu Buhara‘yı kuşattığında, korkunç yıkımdan geriye kalan birkaç binadan biri de -bu sayede- İsmâil Sâmânî türbesi olmuş. Harikulâde eser, 1934‘te Sovyet arkeolog V. A. Shishkin tarafından keşfedilmiş, iki yıllık yoğun bir kazının ardından ortaya çıkarılmış.
***
Günümüzde Özbekistan ve Türkmenistan tarafından paylaşılmış durumdaki Harezm bölgesi, klâsik dönemde, yetiştirdiği bilim adamları, âlimler ve sanatçılarla biliniyor. Ünlü matematikçi Ebû Cafer Muhammed Harezmî, tıp ve felsefe üstadı İbn Sinâ, astronomi, geometri ve matematik âlimi Ebû Reyhan Muhammed el Birûnî, “Araplara Arapçayı öğreten“ meşhur müfessir ve dil bilimci Ebu‘l-Kâsım Zemahşerî ve daha niceleri, bu bereketli toprakların insanlığa hediye ettiği değerler.
Harezm‘in diriltici nefesini İslâm coğrafyasının çok farklı köşelerinde bugün hâlâ hissetmek mümkün. Aradan geçen onca zamana ve türlü değişimlere rağmen, atılan tohumların asırlar sonra dev ağaçlara dönüştüğünü görmek, bugün hepimize heyecan ve umut veriyor. Israrla ve o günkü ödevlere odaklanarak çalışmanın, asla boşa gitmeyen bir amel anlamına geldiğini öğretiyor.
***
Moğol işgalinden sonra Harezm‘in merkezi haline gelen Hive‘nin batı kapısından girince, sizi mavi-yeşil-turkuvaz tonların ağırlıkta olduğu kalınca bir kule karşılıyor. İlk bakışta herhangi bir şeye benzetemeyeceğiniz bu yapı, 1843-1855 arasında Hive‘yi yöneten Muhammed Emin Han‘ın inşasını başlattığı devasa külliyenin minaresinin kalıntısı. Hemen yanı başındaki medreseye zeyl olarak yapımına girişilen minare, Muhammed Emin‘in isyancı kabileler tarafından öldürülmesiyle yarıda kalmış. 70 metre olarak düşünülen ancak 26‘ncı metrede inşaatı duran minareye “Kalta Minar“ (Küçük Minare) denmesinin sebebi bu.
1511‘den 1920‘ye kadar Hive‘yi yöneten hanlar arasında, en renkli ve hareketli hayata sahip olan Muhammed Emin Han, rakip Buhara Hanlığı‘yla mimari üzerinden boy ölçüşmek istemiş, ancak kader müsaade etmemiş.
Kalta Minar‘ın hikâyesi, akla ister istemez, İslâm coğrafyasının ta batı ucundaki bir başka yarım kalmış hikâyeyi getiriyor: Fas‘ın bugünkü başkenti Rabat‘ta, Muvahhid Sultanı Ebû Yûsuf Yakûb el Mansûr tarafından 1195‘te inşaatı başlatılan “dünyanın en büyük camisi“, Sultan‘ın 1199‘da ölümüyle yarıda kalmıştı. Caminin 86 metre olarak planlanan minaresi, 44 metrelik yarım haliyle bugün hâlâ ayakta.
***
Hive‘de mutlaka görülmesi gereken bir diğer eser, Cuma Camii. İlk hali 10‘uncu yüzyılda inşa edilen cami, bugünkü görünümüne 1780‘lerdeki restorasyonla kavuşmuş. İçindeki 213 ahşap sütundan 8 tanesi orijinal yapıdan günümüze ulaşmış. Caminin 42 metre yüksekliğindeki minaresine çıkmak ve Hive‘nin doyumsuz manzarasını izlemek mümkün.
Hive Cuma Camii, yine coğrafyanın en batı ucundaki bir başka abideyi, Kurtuba Camii‘ni canlandırıyor gözümde. Birinde ahşap diğerinde ise mermer sütunlar, caminin sembolü durumunda. Bir başka ortak özellik de, her ikisinin de bugün müze statüsünde bulunması.
***
Coğrafyamızı adımlarken zihnime üşüşen çağrışımlar, tarihin akışındaki çarpıcı vurguları daha belirgin hale getiriyor. Bir noktaya odaklanmak ve takılmak yerine, kuşbakışı bir merakla ufukları taramak… Yapmamız gereken, kesinlikle bu.