Taha Kılınç: Registan’da bir akşam…

Taha Kılınç: Registan’da bir akşam…

Tam karşımda Tillekârî Medresesi, sağımda Şirdar Medresesi, solumda da Uluğ Bey Medresesi... Perşembe a

Cumhuriyet Savcısının ayakkabısını çalan hırsız yakalandı
Fatih Terim'in tükenişi: 12 maçta 0 çekti
وزير الدفاع التركي: 'ي ب ك' الإرهابي لم ينسحب من شمال شرقي سوريا

Tam karşımda Tillekârî Medresesi, sağımda Şirdar Medresesi, solumda da Uluğ Bey Medresesi… Perşembe akşamı, geç vakit, “Semerkand’ın kalbi” sayılan Registan Meydanı’nı seyrediyorum. Gündüz epey gürültülü bir eğlence ve konsere denk geldiğimiz meydanı gecenin sükûnetinde bir kere daha izlemek için gelmiştik, iyi etmişiz. Kararında bir ışıklandırmayla, Registan, geceleyin gerçekten büyüleyici bir görüntü arz ediyor. (Registan, “tozlu alan” demek. Meydanın neden bu ismi aldığıyla ilgili çok sayıda rivayetten birine göre: Eski zamanlarda burada idam ve infazlar gerçekleştirilirmiş. Sonrasında yere saçılan kanların üstünü örtmek için, buraya toz-toprak dökmek adet haline gelmiş. Özbek dostlarımız, bu ‘kanlı’ rivayet yerine, İpek Yolu’yla bağlantılı başka bir açıklamayı tercih ediyor: Kervanların konakladığı önemli bir durak olan Registan, sürekli hareketten kaynaklanan toz-toprak nedeniyle bu adı almış.)

Emir Timur’un 1300’lerin sonunda yaptırdığı medrese ve kervansarayın yerine, torunu Uluğ Bey’in 1420’de inşa ettirdiği devasa medrese ve müştemilâtı, Registan Meydanı’nın bugünkü şeklini kazanmasına giden sürecin başlangıcı. Uluğ Bey Medresesi’nden sonra Şirdar ve Tillekârî medreselerinin de alanda yerlerini almasıyla Registan’ın klâsik görüntüsü ortaya çıkmış. Ancak geçtiğimiz yüzyılın başında çekilen fotoğraflardaki harabe eserlere baktığımızda, bugünkü çarpıcı manzarayı, Sovyetler Birliği ve bilâhare İslâm Kerimov dönemlerinde gerçekleştirilen kapsamlı ve çok başarılı restorasyonlara borçluyuz. Klâsik dönemin anıt eserlerini birebir restore edebilmek ve hiç falso vermemek, Özbekistan’da sıradan bir iş. Keşke, bu tecrübeden dersler çıkarılsa…

Registan’a bakınca çıkarılması beklenen dersler, sadece tarihî eserlerin restorasyonuyla ilgili değil. Bizatihi Uluğ Bey’in kendisi ve hayatı da başlı başına bir ibretler manzumesi:

Emir Timur’un küçük oğlu Şâhruh’la eşi Gevher Şad’ın oğlu olarak 1394’te dünyaya gelen Uluğ Bey (gerçek ismi Muhammed Taragay olmasına rağmen, kendisine “büyük emir” anlamına gelen bu unvan verilmiş), geleneksel dinî ilimler yanında mantık, matematik ve astronomi tahsili de gördü. 1409’dan itibaren, babası Şâhruh’un kontrolünde, Semerkand ve çevresini yönetmeye başlayan Uluğ Bey, tam 38 yıl süren emirlik görevi sırasında bölgeyi sıra dışı bir ilim ve kültür merkezine dönüştürdü. Kurduğu rasathane, tesis ettiği çok sayıda medrese ve himaye ettiği ilim adamlarıyla, ismi Semerkand’la özdeşleşti. Ancak, ilimle siyasetin her zaman atbaşı gitmeyebileceğinin hazin bir örneği olarak, babasının 1447’deki ölümünün ardından çıkan taht kavgaları, Uluğ Bey’in trajik akıbetinin de başlangıcını teşkil etti. Ayaklanmaları bastırmak için yardımını aldığı oğlu Abdullatif, daha sonra babasıyla savaşa girişti. Diğer oğlu Abdulaziz’le birlikte, Abdullatif’e karşı mücadele etmeye çalışan Uluğ Bey, nihayet 1449’da Abdullatif’e yenik düştü. Kurulan mahkeme, Uluğ Bey ve Abdulaziz’i yargılayıp “şeriata muhalefet” suçundan mahkûm etti. Tahttan feragat eden ve oğlunun emri altında yaşamaya razı olan Uluğ Bey, hacca gitmek niyetiyle Semerkand’dan ayrılmasından hemen sonra, 27 Ekim 1449’da Abdullatif’in direktifiyle öldürüldü.

Uluğ Bey’in bizzat kendi oğlu tarafından katlinin ardından, kurduğu muhteşem rasathane yağmalandı, binlerce cilt kitabı barındıran kütüphanesi ateşe verildi, medreseleri de uzun süre bakımsız ve âtıl bırakıldı. Bugün onca restorasyondan ve ışıklandırmadan sonra gözlerimiz kamaşarak izlediğimiz Uluğ Bey Medresesi, Registan Meydanı’nın ihtişamına buruk bir tat katıyor. Aslında, tarihî eserlerin ve abidelerin birçoğunun gerisinde böylesi bol sürprizli hikâyeler mevcut. Baktığımız yerde sadece bugünü ve şimdiyi gördüğümüz için, bu hikâyelerin farkında olmuyoruz sadece.

Registan’ı izlerken aklıma düşen bir başka şey de, tarihin bir döneminde coğrafyanın farklı yerlerinde birbirinden bağımsız olarak yaşanan şeylerin gerçekliği oldu. Örneğin 1400’lerin ilk yarısında Uluğ Bey Semerkand’ı ihya ve inşa ederken, aynı anda Bağdat’ta, Şam’da, Kahire’de, Bursa’da, Marakeş’te ve hatta Endülüs’te Müslümanlar abidevî eserler meydana getirmeye ve üretmeye devam ediyordu. Başlangıçlar, bitişler, yeniden doğuşlar, tükenişler… Hepsi iç içe ve sürekliydiler. Bugünü de böyle değerlendirebilmek, ufkumuzu açacak ve bizi ümitsizliklerden kurtaracaktır şüphesiz.

Geçtiğimiz nisan ayındaki ilk ziyaretimden altı ay sonra, yeniden Özbekistan’dayım. Siz bu yazıyı okurken Buhara ve Hive yoluna revan olacağız. Çarşamba günü bu köşede, Hive’den aynaya yansıyanlarla buluşalım, nasipse.