Arap Baharı Batı egemenliğini tehdit mi ediyor?

Arap Baharı Batı egemenliğini tehdit mi ediyor?

Hamid Dabashi El Cezire’de de yazdığı son yazısında “Arap Baharı geri mi, geliyor?” sorgulamasınd

Şenol Güneş hopeful for Euro 2020 campaign
احتجاجات العراق.. متظاهرون يغلقون مصفاة للنفط في محافظة الديوانية
1.5M disabled use high-speed trains in Turkey since 2014

Hamid Dabashi El Cezire’de de yazdığı son yazısında “Arap Baharı geri mi, geliyor?” sorgulamasında bulundu. Ben de bu yazıyı bu başlıktan esinlenerek kaleme aldım. Dabashi, Arap Baharı idealinin ölmediğini ileri sürerek bu günlerde Irak, Lübnan, Kuzey Afrika’daki hareketliliği örnek göstermektedir. Yaklaşımı teorik olarak doğru olsa da Arap Baharını sadece kendi coğrafyasının bir ideali olarak görmek doğru değildir. Zaten İran’daki gelişmeler son zamanlarda Latin Amerika’da yaşananlar ve bir siyasi deprem fayı üzerinde imiş gibi sürekli hareket halinde olan Afrika gündemi, meselenin Arap Baharından daha büyük olduğunu göstermektedir.

Aslında Arap Baharı, bizatihi kendi toplumlarına bir şey kazandırmamıştır. Fakat asırlardır dünya üzerine çökmüş parlak bir serap olan Batı egemenliğini bir kere daha tartışmalı hale getirmiştir. Bu bakımdan “evet, Arap Baharı ideali ölmemiştir” demek mümkündür. Nitekim dünyaya düzen veren egemenler, Tunus’ta başlayıp, Mısır, Libya ve Yemen’de devam eden harekete önce tarihin akışının normalleşmesi gibi bakarken; hızlı bir şekilde fikir değiştirip müdahale etmeleri de bu idealin yaygınlaşma tehlikesini fark etmiş olmalarındandır. Libya’ya müdahale edenler, Mısır’da Arap Baharı sürecini geri döndürenler, Fransa’daki sarı yelekliler hareketi karşısında yorum yapmaktan çekinmektedirler. Zira eleştirinin Batı egemenliğinin tamamına yönelmesi endişesi bulunmaktadır. Oysa bundan kaçınmak mümkün değildir. Artık Pandora’nın kutusunun kapağı açılmıştır ve içinden çıkacakları tahmin etmek imkânsızdır.

Belki şu benzetmeyi yapmak yerinde olacaktır. 1968’de Paris’te başlayan öğrenci hareketliliği, Batı’yı büyük ölçüde değiştirmemiş olsa da bütün dünyaya yayılarak yeni bir dalga oluşturduğu gibi; Arap Baharı da kendi coğrafyasından çıkarak bütün dünyayı etkileme ihtimali ortaya çıkmıştır. Zira Batı’nın kendi coğrafyasında ve ötekileştirdiği coğrafyalarda kurduğu düzen artık dünyaya yük olmaya başlamıştır. Batı’nın herkese refah ve mutluluk, eşitlik sağlama iddiası maalesef yoksulluğu artırmış, insanları sadece karnını doyurmaya mahkûm ederek ileri sürdüğü değerlerinden uzaklaştırmıştır. Bu durum da dinmesi mümkün olmayan bugünkü kızgınlığı ve gazabı ortaya çıkarmıştır. Toplumsal idealler ölmüş, az da olsa umut vadeden birbirine alternatif ideolojiler son bulmuştur. Kısaca dünya yeni bir arayışın eşiğine gelmiştir.

William Woodroof, 2000’li yılların başında I. Dünya Savaşı’na giden süreci tarif ederken kullandığı ifadeler sanki bu günü tasvir etmektedir:

“1914’te dünyanın nerdeyse tamamı Batı’ya muhtaç durumdaydı. Sadece Asya’da Japonya ve Afrika’da Liberya ve Etiyopya, Avrupa kontrolünün dışında kaldı. Batılı kararlılık, Batılı güven, Batılı düşünce yöntemleri, Batılı ekonomi, Batılı değerler ve kanunlar, Batılı iletişim sistemleri, Batılı bilim ve teknoloji, Batılı endüstri ve finans, Batılı ticaret, Batılı hastalıklar ve ilaçlar ve özellikle Batı tarzı silahlanma dünyayı değiştirmek üzere bir araya geldiler. Batılı hakimiyet altında, yaşam heyecanı kabile anlayışından ulus anlayışına, ulus anlayışından dünya sahnesi anlayışına dönüştü…” (William Woodroof, Modern Dünya Tarihi, İstanbul 2006, s. 421.)

Bu görüntü, I. ve II. Dünya savaşları felâketlerini doğurmadı mı? Aynı görüntü, insanlığı felâkete sürükleyen Leninizmi, İtalyan ve Alman Faşizmini; insanlığı bütün değerlerini ayaklar altına alan Afrika kolonyalizmini doğurmadı mı?

Felâket tellallığı yapmak istemiyorum elbette. Ama birbirine benzer sosyal olaylar her zaman aynı sonucu doğurmasa da bugün dünyanın yuvarlandığı çukur bir asır öncesini hatırlatıyor mu, diye de sormak istiyorum.

Yakın gelecekte dünya aktörlerinin değişeceğinde kuşku yoktur. Zannedildiğinin aksine yeni aktörler gelişmiş ve dünya ekonomisine yön verebilen ülkeler değil; aksine, insani değerleri yaşatabilen ve insana değer veren aktörler olacaktır.