Kitapları da okumuyormuş meğer

Kitapları da okumuyormuş meğer

Dal gibi bir delikanlıydı bizim Mustafa. Uzunca sayılabilecek bir boyu, yakışıklı denilebilecek bir yüzü,

Quake of 5.6 magnitude hits southern Guatemala
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş açıkladı: Türkiye'nin hac kontenjanı…
Support for entrepreneurs starting from scratch

Dal gibi bir delikanlıydı bizim Mustafa. Uzunca sayılabilecek bir boyu, yakışıklı denilebilecek bir yüzü, genişçe omuzları vardı.

“Bu dünyaya ipini sarkıtmaya değmez abi, bu dünya harman yeri” derdi sıklıkla. Dünya onun aklını çelememişti. Bana öyle gelirdi ki çelemezdi de. İlişemezdi ona çünkü. Bilirsiniz ya, dünya ona ilişenin aklını alır başından, gayrısına dokunamaz.

Çay ocaklarında, camii avlularında, parklarda, esnaf lokantalarında demini alan bir dostluğumuz vardı. Sussak niye sustuğumuzu bilirdik, konuşsak niye konuştuğumuzu.

Neydi bakalım bizim Mustafa’yı “bizim” yapan? Az konuşması mı, çok düşünmesi mi, ona ihtiyaç duyulan her anda insanın yanında bitivermesi mi? Belki bunların toplamı yahut belki de bambaşka bir şey. Ama bizimdi işte Mustafa.

Bizimdi deyişimin acıklı bir sebebi var aslında.

Mustafa, otelde çalışırdı. 24-24 esasıyla resepsiyon işi. Yani bir tam gün çalışıyor, ertesi gün boşa çıkıyordu. Aslında zannedildiği kadar zor işte değildi hani. Sabahtan azıcık yoğun, akşamına azıcık yoğun…

Mustafa’nın bankosunda her daim bir kitap olurdu. İş olmayan tüm zamanlarında okurdu. Ne bulursa değil ama. Hani öyleleri vardır. “Okuma oburu” denir. Bizimki planlı, programlı, tertipli, düzenli okurdu.

Bir gün, Sineklerin Tanrısı’nı bankoda unutmuş bizimki. İşe yeni giren resepsiyonist kız da güya merakından okumuş kitabı. Ertesi sabah bizimkine “daha bitmedi, bende kalsa olur mu?” demiş. Olmuş tabii. Kızda kalmış kitap.

Eh, gel zaman git zaman kız “buna benzer kitaplar var mı sende, o günkü kitap da pek güzeldi” falan fıstık derken… Anladınız işte. Aşk dediğin bir bahaneye bakar. Gerçi Golding niçin yol açsın aşka ama aşkın halleri türlü türlü. Ya da ben en başta öyle zannetmiştim.

İşte bizim Mustafa’nın bizim olmaktan çıkışı bu aşkla başladı.

Tutuldu bizimki kıza. Hem öyle tutuldu ki hani ayın güneşe tutulması da öyle değil. Mektuplar yazdı, şiirler yazdı, hediyeler aldı, kapılarda yattı derken…

Şuncağız yaşıma geldim, şu aşk denen mereti doğru düzgün anlayanına tesadüf etmedim. Kız, kendisine sırılsıklam aşık Mustafa’yı başladı mı parmağında oynatmaya…

“Saçının traşını beğenmedim Mustafa”dan başladı iş, “o ne biçim pantolon”a uğrayıp “ama o arkadaşlarınla görüşmeni istemiyorum”a kadar gitti.

E bizimki salak aşık ya. Hayatı boyunca geliştirdiği zevkleri de, biriktirdiği arkadaşları da ufak ufak bozdurup harcamaya başladı. Yeter ki kız mutlu olsun da bizim oğlana arada bir de olsa “ben de seviyorum seni” desin.

“Dünya ilişemez” dediğimiz çocuk oldu sana dünyanın kölesi. Şeklini, şemalini, kılığını, kıyafetini, konuşmasını, çevresini… Her birini değiştirdi. İşten çoktan ayrılan kıza oluk oluk akıttığı para da cabası.

İş bu kadarla kalsaydı “eh, karakteri sağlam değilmiş, çok yanlış tanımışız biz Mustafa’yı” deyip geçer, üzüldüğümüzle kalırdık.

“Ya zaten ne yaptığı belli olmayan bir adam… Deli midir, meczup mudur, bu çağda böyle adam mı olur, seni aşağı çeker hayatım böyle adamlar” sözüne itibar edip benimle selamı sabahı keseli bir yıl olmuştu.

Ortak bir dostumuzdan aldım haberi. Meğer kız bizim Mustafa’yla birlikte, tövbe estağfurullah, dört beş kişiyi daha çekip çeviriyormuş. Huyu böyleymiş. Bir işe girer, bir ay falan çalışır, birini kandırıp çıkarmış.

Bugün telefon açtım Mustafa’ya. Uzun uzun konuştuk. “Abi en çok neye üzüldüm biliyor musun?” dedi, “kitapları da okumuyormuş meğer.”

Birazdan buluşacağız. Berberden çıkınca gelecek yanıma.