Taha Kılınç: Babür’ün mescidi

Taha Kılınç: Babür’ün mescidi

Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradeş eyaletinde, Feyzâbâd bölgesinin yönetim merkezi Ayodhya, yaklaşı

Aksaray Üniversitesi Türkiye’nin en çevreci üniversiteleri arasına girdi
İstanbul Kadıköy'de lüks cip bomba gibi patladı
Workers rescued after mine explosion in eastern Germany

Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradeş eyaletinde, Feyzâbâd bölgesinin yönetim merkezi Ayodhya, yaklaşık 150 yıldır, Müslümanlarla Hindular arasında oldukça gerilimli bir çekişmeye ev sahipliği yapıyor. Hindistan Yüksek Mahkemesi’nin geçtiğimiz günlerde verdiği bir karar da, bu çekişmeye yeni boyutlar ilâve etti. Önce meselenin tarihî geçmişine, ardından günümüze yansımalarına bakalım:

Bugünkü Hindistan topraklarında kendi adıyla anılan dev bir imparatorluk kuran Babür Şah, 1526’da Panipat Savaşı’nı kazanarak devletinin temellerini attıktan sonra, Hint Alt Kıtası’nın İslâmlaştırılmasına girişti. Bu amaçla yapılan ilk camilerden birini, Babür’ün komutanlarından Mir Baki, 1528-29’da Ayodhya’daki bir tepenin üzerine inşa ettirmişti. Babür Şah’a nispetle “Babri Mescid” adı verilen mabet, yüzyıllar boyunca Müslümanlar tarafından aktif biçimde kullanıldı. Bölgede İslâm dininin merkezlerinden biri olarak hizmet verdi.

1853’te, tam da Hindistan’daki İngiliz egemenliğinin giderek güçlendiği bir zamanda, Nirhomis adlı bir Hindu tarikatı, Babri Mescid’in aslında bir Hindu tapınağının üzerine inşa edildiği iddiasını ortaya attı. Hindulara göre, bu sıradan bir tapınak değil, tanrılarından Ram’ın doğduğu yerdi. Ayodhya kısa sürede çatışmaların odağı haline geldi, sonunda İngilizlerin müdahale ederek durdurduğu olaylarda, onlarca kişi hayatını kaybetti. 1859’da, İngiliz yönetiminin aldığı kararla, Babri Mescid iki ayrı dinin mensupları için ikiye ayrıldı: Müslümanlar içeride, Hindular da dış bahçede ibadet edeceklerdi.

Babri Mescid’e tamamen el koymayı artık gözlerine kestiren Hindular, tanrı Ram’ın doğum yeri olduğu iddiasını da yıllar içinde “kesin bir bilgi” olarak Hindu kamuoyuna büyük ölçüde kabul ettirdiler. 1934’te, Şahcihanpur kentinde bir ineğin Müslümanlar tarafından boğazlandığı iddiaları üzerine çıkan olaylar sırasında, Babri Mescid de Hindular tarafından saldırıya uğrayarak tahrip edildi. 1944’te, Hindistan Müslümanlarının oluşturduğu vakıf idaresi, Babri Mescid’in kendi mülkleri olduğunu duyurdu. Ancak kısa süre sonra Britanya Hindistanı’nın bölünmesi söz konusu olunca, mescidin durumu da geri plana düştü.

Hint Alt Kıtası’nda Hindistan ve Pakistan adında iki ayrı devletin ortaya çıkmasından iki yıl sonra, 1949’da, Hindular bir gece ansızın Babri Mescid’in içine büyük bir Ram heykeli yerleştirdi. Çıkan çatışmalar yayılınca, mahkeme, mescidin tamamen kapatılmasına karar verdi. 1980’lerin sonuna kadar, Babri Mescid’in statüsü Müslümanlarla Hindular arasında bitmek-tükenmek bilmeyen davalara ve tartışmalara konu oldu.

Hindu milliyetçisi siyasetçilerin kamuoyunu sürekli tahrik ettiği bu sürecin sonunda, 6 Aralık 1992 günü Babri Mescid’e saldıran 150 bin dolayında Hindu, dünyanın gözleri önünde tarihî camiyi temellerine kadar yıktı. Sonrasında, Hindistan’ın her yerinde çıkan ayaklanmalarda en az 2 bin kişi öldü, bazı siyasetçi ve bürokratlar görevden alındı, bazıları istifa etti… Mescidin akıbeti ise tekrar karmaşık bir hukukî prosedürler silsilesine havale edildi.

Hindistan Yüksek Mahkemesi, nihayet geçtiğimiz hafta oybirliğiyle aldığı kararla, “tapınak inşa etmeleri için” Babri Mescid’in yerini Hindulara tahsis etti. Kararda, Müslümanlara alternatif bir cami arsası verileceği vurgulandı, ancak somut bir yer gösterilmedi. Hindular, dava sonucunu bayram havasında kutlarken, Müslümanlar -tahmin edilebileceği gibi- büyük hayal kırıklığı yaşadılar.

İsrail’le Hindistan’ın tarihlerinde hiç olmadığı kadar yakınlaştığı bir dönemde çıkan Babri Mescid kararı, her iki ülkenin sadece ortak çıkarlar yönünden değil, Müslüman nüfusa yönelik ayrımcı politikalarında da benzeştiklerini gösteriyor. Filistin topraklarının işgaliyle kurulan İsrail, Müslümanlara ait olan çeşitli dinî ve tarihsel mekânlara hem kanunî hem de askerî yollarla el koymayı sürdürüyor. Bir mekân hakkında uyduruk bir rivayet ortaya atarak hak iddia etme hadisesini, bugün Filistinliler birçok vesileyle yaşıyor. Bunların en ünlüsü, Kudüs’te, eski şehrin güneyinde yer alan ve Hz. Davud’a izafe edilen kabir. O kabrin Hz. Davud’a ait olmadığı tarihî bir hakikat olmasına rağmen, Yahudiler zaman içinde “kabrin” bulunduğu yere el koyarak çevresini Yahudileştirdiler. Böyle, çok sayıda örnek var.

“Hukukun gücü mü, gücün hukuku mu?” sorusunun cevabı, tarih boyunca genellikle ikinci şık şeklinde tecelli etmiş. Bugün şahit olduklarımız da farklı değil. Naifliğe gerek yok. Güçlü olmadıkça ve muhatabı o güçle korkutmadıkça, hukuk da kütüphane raflarında bir teori olarak kalmaya mahkûm.