Galatasaray Fenerbahçe derbisinde beyaz bir sayfa

Galatasaray Fenerbahçe derbisinde beyaz bir sayfa

Galatasaray-Fenerbahçe derbisi dünyanın en önemli rekabetlerinden biri olarak gösteriliyor. Yapılan listelerde birçok ülkeden derbiler yer alıyor. İst

Şiir‘Şiar’ Kelimesinden Gelir Zirve Demektir Sözün Zirvesi Demektir
Arakanlı Müslümanlar
Türkiye’de Trenler Felaketleri

Galatasaray-Fenerbahçe derbisi dünyanın en önemli rekabetlerinden biri olarak gösteriliyor. Yapılan listelerde birçok ülkeden derbiler yer alıyor. İstanbul tarafının listenin neresinde olduğu ise, herkese göre değişebilir. Türkiye’de bile zaman zaman derbinin bir pazarlama ürünü olduğu ve dünyada çok önemsenmediği iddia edilir.

Bu tespit için de maçın izlenme oranlarının dünya çapında çok düşük olması referans gösterilir. Oysa Partizan-Kızılyıldız, Rangers-Celtic gibi eşsiz derbilerde de futbol kalitesi düşüktür ve birçok ülke yayıncısı bu maçları yayınlamak için para ödemeyi düşünmez. Yani bir derbiyi göz alıcı kılan sahadaki oyunun kalitesi değildir.

Galatasaray-Fenerbahçe rekabetini diğer derbilerden ayıran bir özellik var; o da öngörülemez olması. Hatta bu tahmin edilemezliğin yanında derbinin bir de kendine has ‘mantıksız gerçekleri’ var. Dışarıdan gelen birinin anlam veremediği ama içeridekilerin kanıksadığı durumlar mevcut.

Bu özellikler, derbiye dünya çapında duyulan ilgiyi artırıyor. Hatta belki oryantalist bir tarafı da vardır. Tarihsel gelişim uzun uzun irdelenebilir ama geçtiğimiz hafta izlediğimiz maçın kendisi de derbinin tüm özelliklerini görmemize yetti.

Birkaç hafta öncesinde tahminler, derbinin çok sıkıcı olacağı yönündeydi. Zaten son dönemde de oyun bakımından tatmin etmeyen karşılaşmalar mevcuttu. Son iki derbi 0-0, onlardan bir önceki ise bir son dakika golüyle 1-0 sona ermişti. 90 dakikada üç golün atıldığı son derbi dört sene önceydi. Golsüzlüğün yanında, bu maçlarda tehlikeli pozisyon yakalamak bile zordu.

Bu sezon iki takım daha da kötü olunca, beklenti dip yaptı. Fenerbahçe zaten saha içi organizasyonluğu nedeniyle küme düşme hattına kadar gerilemişti. Galatasaray da puan durumunda iyi bir yerde olmasına rağmen oynadığı futbolla tatmin edici değildi. En azından karşılaşmaların ilk yarılarını çöpe atmakta (son dokuz resmi maçının sadece bir tanesinin ilk yarısında gol atabildi) başarılıydı.

Sezon başında yapılamayan santrfor transferi hem sezonun hem de derbinin olası kısırlığının baş nedeni olarak sunulabilirdi. Bunların üstüne bir de Fenerbahçe’nin hafta başında teknik direktörsüz kalması da eklenince kontrollü ve pozisyonsuz bir maçın olma ihtimali zirveye çıktı.

İbre belki biraz Galatasaray yönüne kaymıştı ama zihinlerin bir tarafında da işte o ‘mantıksız gerçek’ yer alıyordu. Derbide iki takımdan birinin sorunları çoksa; o tarafın istediğini alma oranı çok yüksektir. Yani Fenerbahçe; zor zamanları atlatabilmek için kendisini Galatasaray maçında gösterebilirdi.

Sakatlar nedeniyle kadro kurmakta zorlanan Galatasaray, bu düşünceyi aklında bulundurmuş olacak ki maça oldukça kontrollü başladı.

Fakat konuk takım, daha önce yaşadığı kötü dönemlerinden bile daha kötüydü! Yetenekli oyuncu grubunun takım olamaması, sonuç alamaması, baskı hissetmesiyle açıklanacak bir kötülük değil. Bu sezonki Fenerbahçe, vasat bir oyuncu grubuna sahip. Üstelik çoğu yeni transfer olduğu için, var olan iyi özelliklerini ortaya çıkarma konusunda da şaşkınlık yaşıyorlar.

Galatasaray, rakibinin bu özelliğini 20. dakikadan sonra iyice fark edince daha atak ve özgüvenli oynamaya başladı. Şiir gibi bir futboldan bahsetmek mümkün değildi ama gözle görülen bir üstünlük vardı. Zaten Ryan Donk ile ilk yarıda golü buldular. İkinci yarı başlayınca da Linnes farkı açtı.

Derbinin anlaşılmaz, tahmin edilemez ve kendine has mantıksız gerçeklerinin oraya çıkması da burada başladı. Galatasaray tribünleri henüz 55. dakikada, karşılarındaki takımın Fenerbahçe olduğunu düşünmeden ‘Oley’ çekmeye ve “Fenerbahçe kümeye” tezahüratına başladı.

Yeni taraftar profilinin stadyumlara yansımasıydı. Hemen gol atmak, hemen kazanmak, hemen tüketmek, hemen eğlenmek…

Takımları erkenden gol atamayınca uğultular yükseliyor, maç bitmeden kutlama yapılıyor, ilk haftalarda puan kaybı yaşanınca sabırlar taşıyor. Belki güncel futbola bu ruh halini uyarlamak mümkün olabilir ama 110 yıllık derbinin sert duvarları vardır. Eski tribüncünler bunları iyi bilir. Onların yapmayacakları bir günahı, yeni dönem müşterileri çok rahatça işledi.

Öte yandan tribünlerin eğlencesinden sonra gelen Fenerbahçe golleri bir ‘ilahi adalet’ göstergesi değil! Futbol böyle bir oyundur. Galatasaray-Fenerbahçe derbisi de bunun en belirgin örneklerini sunar. Atmosfer oyunu etkiler. Tribünden yayılan enerji Galatasaraylı futbolcularda rehavete dönüştü.

Yumuşak verilen paslar, bilinçsiz çekilen şutlar… En sonunda Muslera’nın anlamsız ve gereksiz penaltısı. Skor 2-1 olduktan sonra bile Fenerbahçe’nin rakibini ısırması kolay olmayacaktı.

Fakat Galatasaraylı futbolcular anlaşılmaz bir paniğe başladılar. Bu panik önceki dakikalardan kalan rehavetle birleşince; beş dakika boyunca hem top çıkaramadılar hem tempoyu düşüremediler hem de Belhanda taç atışının ardından rakibini takip etmeye tenezzül etmedi. Sonuç olarak, Fenerbahçe beş dakikada 2-2’yi yakaladı. Üstelik devamında galibiyet gollerini de kaçırdı.

Karşılaşmanın ilk 60 dakikasını izleyen ve sonrasında televizyonunu kapatan birine inandıramayacağınız bir netice. Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin bir aksiyon filmi gibi heyecanlı gözlerle izlenmesinin nedeni de bu! Sahadaki oyunun kalitesi hiçbir zaman Avrupa’nın ilgisini çekmedi.

Onu arayanlar çok daha iyi örnekleri buluyor zaten. Sahalarda ender görülen işlerin burada çok sık görülmesi ise derbiyi ayrı bir noktaya koyuyor.

Maçın sonunda yaşanan olaylar da bu düşüncemizi perçinliyor. İki oyuncunun (Belhanda ve Soldado) maç sonunda kafa kafaya gelip itişmesi dünya üzerindeki her maçta olabilir. Fakat bundan 20 saniye sonra tüm sahanın karışması, bir oyuncunun soyunma odasına kadar kovalanması, bir yardımcı antrenörün rakip futbolcuyla kavga etmesi, sahaya bir taraftarın girmesi kolay kolay görülecek işler değil.

Bir zamanlar, bu tip olayları Türkiye insanının psikolojik sorunlarına bağlamak en kolayıydı. Oysa iki takımın ilk 11’lerinde Türkiye’de doğan sadece üç oyuncu vardı. Bütün tezleri baştan yazdırabilecek bir istatistik!

Tabi bu kavga parlatılacak bir ürün olmamalı. Fakat genç insanların birbirine girmesi; kavganın saatlerce tartışılmasından, kimlerin nasıl ceza alacağının konuşulmasından, komplo teorileri üretmesinden daha olağan. Bu konuda bir riyadan bahsedebiliriz.

Tıpkı sezon öncesi çok istenen, tüm tartışmaları önleyecek VAR’ın bu maçtan sonra bir numaralı gündem maddesi olması gibi. Türkiye çözümü düşünmez, tartışmayı sever ve en sonunda “Neden biz sahadaki derbiyi konuşamıyoruz?” diyerek topu üzerinden atar.

Belki de bu toprakların en büyük derbisinin Avrupa’ya bu kadar ilginç gelmesinin ve diğer benzerlerinden ayrı bir noktada olmasının en büyük nedeni bunlardır. Futbolun yanında, futbol dışında her şeyin olması ve en çok onların konuşulması! Oysa isteyince sadece saha içindeki oyundan bahsetmek de mümkün. Fakat öyle bir içerik kimi tatmin eder ki?